
yusuf uygan
yaşamda iziniz olsun
9 Mayıs 2013 Perşembe
19 Şubat 2013 Salı
27 Ekim 2012 Cumartesi
19 Temmuz 2012 Perşembe
ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE KURULMALI
Ülkemizdeki durum malum .Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri hayatın her alanına hızla hakim oluyorlar . Ulusal yapı ve ulusal güçler her gün saldırıya uğruyor .
Emperyalizm yüzyıllardır dünyaya kan kusturuyor!
Ancak her geçen gün bu uğursuzluğa karşı örgütlenme ve ortak hareket etme gereği tüm vicdanlarda ve tüm duyarlı kesimlerde derinden hissediliyor.
Çünkü emperyalizm, varlığını sürdürmek için sürekli saldırıyor; saldırdıkça maskesi de hızla düşüyor. O saldırdıkça, insanlık ayağa kalkıyor, Antiemperyalist dalga çığ gibi büyüyor.
Dünya tarihsel bir kırılmanın eşiğinden geçiyor; ve tarihsel sorumluluklarımız emperyalizme karşı olan herkesi ortak bir cephede buluşmaya çağırıyor.
Son 25 yılda, dünya daha yaşanmaz bir hale geldi.
Ekonomik ve toplumsal dengesizlikler giderek artıyor; emperyalist (merkez) ülkeler dünyayı istikrarsızlaştırma ve çatıştırma politikalarını gün be gün uyguluyor, zayıf halkların ve devletlerin üzerine azgınca saldırıyor, onların topraklarını işgal ediyor ve sömürüyor. Başlıca politikaları ise böl/parçala/yönet.
Emperyalistler kendilerini haklı göstermek, olası dirençleri yok etmek ve işbirlikçilerini iktidarda tutmak için kendilerine uygun bir dil ve söylem yaratıyorlar.
Öyle ki, ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlık ve zulüm karşısında susmayıp onurunu korumak isteyenlerin insanlık tarihi boyunca ürettiği her türlü değer ve ilkeyi kendilerine maske yapacak kadar yüzsüzleşiyorlar. Eşitlik, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi ezilenlerin binlerce yıldır sesi, çığlığı, umudu olan tüm kazanımları kendilerinin ayrılmaz bir parçasıymış gibi sunuyorlar. Bu değerleri kirletiyor, araçsallaştırıyor ve utanmadan ezilenlere karşı kullanıyorlar.
Emperyalistler kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve sömürü ilişkilerini sürdürmek için sürekli yeni mekanizmalar üretiyorlar.
Gün geliyor dünyayı, insanlığı, varlığı, toplumları sınıflandırıyor, kamplara ayırıyor. Gün geliyor insanları renklerine göre hiyerarşiye diziyor, çıkarları için köleliği ve ırkçılığı yaratıyor. Gün geliyor modernleşme teorilerini üretiyor, kendisini dünyanın merkezine yerleştirip kendisi gibi olmayanları aşağılıyor, kendisine bir köle gibi hizmet etmenin diğerleri için erdem olduğu propagandasını yapıyor. Gün geliyor, ortaçağı, feodalizmi çıkarları için ortadan kaldırıyor; bunun için mutlakıyeti ve zorba yönetimi iş başına getiriyor, devletle oynuyor, çıkarları için onu dönüştürüyor; devleti her zaman bir hizmetçi konumunda tutuyor. Gün geliyor bugün olduğu gibi, küreselleşme adı altında toplumsal farklılıkları, çok kültürlülüğü, etni siteyi yeniden keşfediyor, sosyal devleti bir rant aygıtı olarak tanımlayıp yeniden ortaçağa dönüşün yollarını arıyor. Kendisine hizmet etmeyi reddedenleri düşman olarak damgalıyor. Masum halkları acımasızca katletmekten, birbirine düşürmekten bir an geri durmuyor; kısacası emperyalistlerin bilinen her türlü hilesine başvuruyor ve yenilerini de sürekli üretiyor.
Emperyalistler sömürü ağlarını gizlemek, çok uluslu şirketlerinin kârlarını kan ve göz yaşı üzerine artırmak ve tüm dünyayı kendi çıkarlarına göre dönüştürmek, parçalamak ve yönetmek için bugün adına küreselleşme dedikleri bir ucubeye sığınıyorlar.
Bu süreçte tüm aktörlerin kazandığı ileri sürülüyor; “kazan-kazan” diyerek sömüren ve sömürülenler arasındaki iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler ve dengesizlikler gizlenmeye çalışılıyor. Sivil toplum örgütlerinde, kamu kurumlarında, meslek örgütlerinde, üniversitelerde, kısacası tüm dünyada toplumların farklı kesimlerinde küreselleşmeyi savunanlar apaçık bir biçimde emperyalizmi savunduklarını ya bilmiyorlar ya da küçük hesaplardan dolayı bilerek sömürüye payanda olmayı tercih ediyorlar. Albenili ve bir o kadar da iğrenç “söylemler” sakız gibi birçok ağızda çiğneniyor.
Halbuki, emperyalist sömürü, saldırı ve tahakkümün en üst düzeye ulaştığı günümüzde dünyanın yarısı, yaklaşık 3 milyar insan, günlük 1-2 dolardan daha az bir gelir ile yaşamını sürdürme mücadelesi veriyor. Öyle ki, en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılası dünyanın üç büyük zengininin toplam servetinden çok daha az. Dünyanın % 5’ini oluşturan “mutlu azınlık” genişleyen ticaretin % 82’sinden ve yatırımların % 68’inden yararlanıyor, alttakiler ise ölüm-kalım mücadelesi veriyor. En zengin ve en yoksul ülkeler arasındaki fark, adına küreselleşme denilen yeni emperyalist süreçte giderek açılıyor. Öyle ki, 1820’de bu fark 3 iken; 1913’te 11; 1950’de 35; 1973’te 44; 1992’de 72; 1997’de 74 ve günümüzde 100 katı aşmıştır. Emperyalist ülkelerdeki nüfusun % 20’si dünyadaki tüm mal, kaynak ve ürünlerin % 86’sını tüketmektedir. Dolayısıyla emperyalist ülkelerdeki birkaç milyoner 2.5 milyarlık dünya nüfusundan daha fazla bir servete sahiptir. Hiç kimse bunun bir rastlantı olduğunu ya da o kişilerin daha akıllı olduğunu söyleyerek bu eşitsizliği ve dengesizliği maskeleyemez. Çünkü bir taraftan da biliyoruz ki, İMF, Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü vb emperyalist sömürüye hizmet eden kurumlar aracılığıyla yoksul ülkeler borç veya kredi olarak aldıkları her 1 $ için 13 $ borç ödemek zorunda bırakılmakta, yoksulluk ve borçlanma el ele gitmekte ve daha da vahimi bu borçlar veya krediler, o borçlardan haberi olmayan ya da bu borçlardan hiçbir şekilde yararlanmamış olan ezilen halkın sırtına yüklenmektedir. Yoksul ülkelerdeki halk inim inim inlerken, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin soysuzca mutlu yaşamalarının sırrı da budur. Bir de utanmadan, bu ilişkilerden tüm insanların yararlandığını söylemektedirler.
Dolayısıyla, bugün insan hakları ihlallerinin en şiddetlisi ve yaygını ekonomik ve sosyal alanda ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar sömürülmüş, posası çıkarılmış ya da halen sömürülmekte olan ülkelerde yaklaşık 800 milyon insan kronik bir şekilde eksik beslenmektedir. Bunların çoğu, Afrika’da, Asya-pasifikte ve Ortadoğu’dadır. Her yıl 7 milyon çocuk yalnızca borç krizlerinden dolayı ölmektedir. 1 Ocak 2000-24 Mart 2001 tarihlerinde sadece borç ödemesi dolayısıyla 9 milyon çocuk tüm dünyanın gözleri önünde ölmüştür. Milyonlarca insan da bugün ve yarın aynı nedenlerle ölüme mahkum edilmiş durumda. 1980’den bu yana dünyada ve Türkiye’de yaşam beklentileri küçük bir azınlıkta artmış geri kalanlarda hızla azalmıştır. Bebek ölümleri, eğitim ve okur yazarlık konusu da küreselleşme denilen yeni emperyalist çağda kronik sorunlar olarak varlığını sürdürmüştür.
Diğer yandan, dünya nüfusunun sadece % 12’si dünya su kaynaklarının % 85’ini kullanmaktadır; ve bu % 12’lik mutlu azınlık elbette sömürülen ülkelerde yaşamıyor. Öte yandan 1998’deki harcamalar dünyadaki önceliklerine bakıldığında ise çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılmaktadır:
Tüm dünyada temel eğitim için 6 milyar, emperyalist ABD’de kozmetik için 8 milyar, tüm dünyada su ve sağlık için 9 milyar, emperyalist Avrupa’da dondurma için 11 milyar, tüm dünyada kadın doğum sağlığı için 12 milyar, emperyalist AB ve ABD’de parfüm için 12 milyar, tüm dünyada temel sağlık ve beslenme için 13 milyar, Avrupa ve ABD’de evcil hayvan için 17 milyar, Japonya’da iş eğlenceleri için 35 milyar, Avrupa’da sigara için 50 milyar, alkollü içecekler için 105 milyar, dünyada uyuşturucu ve bağımlılık yapan madde ve ilaçlar için 400 milyar ve tüm dünyada bu çarpık manzarayı sürdürmek için ise silah vb askeri harcamalara 780 milyar dolar harcanmıştır.
Günümüzde dünyadaki çocuk sayısı 2.2 milyar; yoksulluk içindeki çocuk sayısı ise 1 milyardır (her iki çocuktan biri). Sömürülen dünyadaki 1.9 milyar çocuk arasında 640 milyonu yeterli barınmadan mahrumdur (her üçünden biri). 400 milyon çocuk kullanılabilir sudan mahrumdur (beşte biri). 270 milyon çocuk sağlık hizmetlerinden mahrumdur (yedide biri). Dünya çapında eğitimden mahrum bırakılan çocuk sayısı ise 121 milyondur. Dünya ölçeğinde 2003’te 5 yaşına ulaşmadan ölen çocuk sayısı 10.6 milyondur (Fransa, Almanya, Yunanistan ve İtalya’daki çocuk sayısına denk). Her yıl 1.4 milyon çocuk sadece sağlıklı içme suyu ve yeterli sağlıktan mahrum olduğu için ölüyor. Dünya ölçeğinde aşı olamadıkları için her yıl 2.2 milyon çocuk ölüyor; 15 milyon çocuk ise sadece HIV/AİDS nedeniyle öksüz kalıyor.
Tüm bunların emperyalistlerin sömürü mekanizmalarıyla ilgisinin olmadığı söylenebilir mi? Halbuki emperyalist merkezlerin yerel işbirlikçileri tüm bu olup bitenler karşısında sessiz kalmayı ve efendilerini memnun edecek politikaları uygulamayı yeğliyorlar. Çanak yalayıcılığı bir kurtuluş olarak görüyorlar. Bilmiyorlar mı ki, dünya tarihi sömüren ve sömürülenlerin çatışmasının tarihidir; bilmiyorlar mı ki, bu tarih içinde nice işbirlikçiler çıktı, niceleri kişisel çıkarları için emperyalistlerin ve zalimlerin yanında yer aldı. Bilmiyorlar mı ki, dünyada sömürü ve zulüm sürdükçe bunlara karşı çıkan, aklını, vicdanını, kalemini, enerjisini zalimin, haksızın karşısında kullanan ve onurunu yitirmektense yaşamını yitirmeyi tercih eden insanlar hep varolmuştur ve olacaktır. Ve bilmiyorlar mı ki, emperyalistlere köleliği, hizmetkarlığı ve uşaklığı tercih edenler dün olduğu gibi, bugün ve yarın da lanetle anılacaklar; emperyalistler ve işbirlikçileri mutlaka bir gün bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir.
Emperyalist Sömürü Mekanizmalarının Kuruluşu ve İşleyişi: Dünya ve Türkiye Üzerine Bazı Saptamalar
16. Yüzyıl ile birlikte dünya önce ulusal, daha sonra ise iç mantığı ve işleyişi gereği uluslararasılaşan kapitalizmin, sermaye birikiminin kıskacındadır. Dolayısıyla Türkiye de yüzyıllardır emperyalist (merkez-metropoliten) ülkelerin bir çevresi (uydusu) konumundadır.
Merkez ve çevre ülkeler arasındaki eşitsizlikçi dolayısıyla sömürüye dayanan ilişki dünyada ve Türkiye’de zaman zaman kırılmaya çalışılmış ancak büyük kazanımlar elde edilememiştir.
Bunun esas nedeni, emperyalist (merkez) ülkelerin kendi içlerinde ve arasında sıkı ve merkezi örgütlenmeleri gerçekleştirmiş olmalarıdır. BM, DTÖ, İMF, Dünya Bankası, NATO, NAFTA, AB vb. gibi yapılanmaların emperyalistler arasındaki örgütlenmeler olduğunu kim inkar edebilir?
Buna karşın, çevre ülkeler sömürülmelerinin de bir sonucu olarak zayıf bırakılmış, örgütlenememişlerdir. Sürekli sömürüye ve tahakküme maruz kalmışlardır. Öyle ki, hem kendi içlerindeki farklılıkların sürekli çatışmaya dönüştürülmesi hem de merkezin kutuplaştırıcı ve çatıştırıcı politikalarının bir sonucu olarak hiçbir zaman bir araya gelememişlerdir. Sömürülen (çevre) ülkeler ne kendi içlerinde, ne de kendi aralarında örgütlenmeyi ve birlikte hareket etmeyi başarabilmişlerdir. Dolayısı ile, çevre ülkelerin kendi içlerinde ve arasındaki çatışmalar emperyalist sömürü mekanizmaların hem bir sonucu olmuş, hem de emperyalist politikaların uygulanmasına ve sömürünün sürmesine olanak sağlamıştır.
Emperyalist (Merkez) ülke(ler) çevre ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmak için yüzyıllardan beri sömürülen ülkelerde işbirlikçi bir elit bulundurmuş, böylece iktidarı denetleyerek tüm toplumu denetim altına almıştır.
Bu çerçevede dünyanın her bir köşesinde sivil ve askeri darbeler düzenlemişler; toplumları denetim altında tutmak ve sömürüye açık bir hale getirmek için toplumsal grup ve dinamikleri çatıştırarak zayıf bırakmışlardır.
Sovyetler Birliğinin çökertilmesi ile birlikte, emperyalist ABD ve AB Soğuk Savaş döneminde uygulamak zorunda kaldıkları refah devleti (sosyal devlet) uygulamasını derhal askıya almışlar; tüm ülkelerde neoliberal olarak adlandırılan uluslararası sermaye yanlısı politikalar devreye sokulmuştur.
Buna paralel olarak, emperyalistler dünyayı istikrarsızlaştırarak sömürü ve tahakkümlerini sürdürebilmek amacıyla gerçekte yoksul ülkelerle kendileri arasındaki ekonomik temelli kuzey-güney çatışmasının eksenini kültürel temelli doğu-batı çatışmasına kaydırmışlardır. Bu doğrultuda ekonomik ve sosyal eşitsizliklerden kaynaklanan çatışmaları etkisizleştirebilmek ve gözlerden uzak tutabilmek amacıyla medeniyetler çatışması tezini geliştirmişler, bu tezlerini destekleyebilmek ve tüm dünyada kabul görmesini sağlamak amacıyla da 11 Eylül senaryosunu uygulamaya koymuşlardır. Bir anlamda 2'nci bin yıla nasıl ki adına reform dedikleri Hıristiyanlık içindeki kanlı hesaplaşmayla girmiş ve sonuçta kapitalizmin ve ona eşlik eden Protestanlığın zaferiyle çıkmışlarsa, 3'üncü bin yıla girerken de yine Protestanlığı yedeklerine alarak İslam’ı düşman olarak seçmişlerdir. Bu senaryoda emperyalistler arasındaki çatışmalar da belirginleşmiştir. Çünkü emperyalist ABD 1990’larla birlikte AB ülkeleri tarafından artık gereksiz olduğu ileri sürülen NATO’yu korumanın telaşına düşmüştür. 11 Eylül her şeyden önce emperyalist ABD’nin diğer bir emperyalist ülkeler topluluğu olan AB ve her ikisinin sömürüsü altındaki ülkeler üzerindeki hegemonyasını sürdürecek çok temel bir işlev görmüştür. 11 Eylül sonrasında ABD’nin dünyanın farklı yerlerinde yeni üsler kurduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. 11 Eylül ayrıca BM gibi örgütlerin emperyalist ülkelerin taşeronu olarak rol oynadığını iyice açığa çıkarmıştır.
Türkiye’nin kendine özgü tarihi de merkez-çevre çatışmasının tarihi olagelmiştir. Bir çevre ya da uydu ülkesi haline sokulan Türkiye’nin kendi içindeki merkez-çevre çatışması sağ-sol, Müslüman-laik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt eksenlerinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.
Özellikle son zamanlarda Türk-Kürt ve Müslüman-laik şeklinde sahte ayrım ve çatışmalar körüklenmektedir; böylece bir yandan yukarıda belirtilen senaryo doğrultusunda esas çatışmanın ekonomik temelde yani kapitalist üretim tarzına bağlı olarak sömürenler (elit) ve sömürülenler (halk) arasında olduğu gizlenmektedir. Türkiye’de merkez böylece sahte bir biçimde ikiye bölünmekte, iktidarda kalabilmek ya da iktidara gelebilmek için çok kolaylıkla emperyalistlerle işbirliğine gitmektedirler. Merkez içindeki sahte çatışmalarla gerçek çatışmaların üzeri kapatılmakta, halkın farklı kesimleri arasında çatışma yaratılarak halkın bir araya gelmesi önlenmektedir. Böl ve yönet ilkesi bütün açıklığıyla Türkiye’de uygulanmaktadır.
Tüm bu sahte çatışmalara karşı, biliyoruz ki, hem Türkler içinde hem Kürtler içinde merkezde ve çevrede olanlar var, hem Sünniler içinde hem Aleviler içinde merkezde ve çevrede olanlar var; hem Müslümanlar hem laikler arasında merkezde olanlar kadar çevrede olanlar var. Öyleyse sorun kişinin kökeninin ne olduğu değil, nerede durduğu ve kime hizmet ettiğidir. Dolayısıyla bu tür ayrışma ve çatışmaların sahte olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, gerçek ayrım merkez ve çevre ya da elit ve halk arasında yapılmak durumundadır. Çünkü sermayenin kırmızısı, mavisi, yeşili olamayacağı gibi, sömürü de Türk, Kürt, Müslüman, Laik, Alevi, Sünni tanımıyor.
Sonuçta, emperyalist ABD ve AB menşeli damızlık siyasetçiler halkın gündemini belirliyor ve zihinleri kirletiyor. Bugün de emperyalist merkezlere hizmet edecek iktidarlar üretilmeye devam ediliyor. Aynı oyun farklı zamanlarda farklı aktörlerle ve küçük kurgusal değişikliklerle yeniden sahneleniyor.
Tüm bu oyunları bozmak için ciddi bir paradigma değişikliğine, antiemperyalist bir halk cephesinin kurulmasına acil ihtiyaç bulunuyor.
ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE Antiemperyalist Bir Program Neleri Kapsar?
Antiemperyalist bir program, her şeyden önce emperyalizmin bütün yapılarıyla ve boyutlarıyla çözümlenmesini gerektirir. Bu yolla emperyalizmin görünür ve görünmez tüm mekanizmaları açığa çıkarılarak etkisizleştirilebilir.
Emperyalizm tüm insanlara ve halklara refah, özgürlük, haklar ve demokrasi vaat eder, ancak sömürü, eşitsizlik ve kölelikten başka bir şey vermez.
Buna karşı, Antiemperyalist program sömürü, eşitsizlik ve köleliği ortadan kaldırarak tüm insanların ve halkların refah ve mutluluk içinde özgür ve onurlu yaşayacağı, böylece, dünya görüşü, etnik köken, dil, din, mezhep ve cinsiyet gibi farklılıklarımızın bir çatışma konusu olmadığı, tam aksine her türlü bireysel ve toplumsal farklılığın karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde kendisini ifade edeceği ve yaşama alanı bulacağı demokratik bir ortamının kurulmasını amaçlar.
Emperyalizm insanlar ve toplumlar arasında her türlü farklılığın değerli olduğu propagandasını yaparak yurttaşları ve halkları parçalayacak ve çatıştıracak politikalar uygular; kendisine uygun bir dil yaratır.
Etnik ve dinsel farklıkları artırmaya ve çatıştırmaya çalışır. Politikalarına karşı çıkanları düşman olarak damgalar ve ayrıştırır. Antiemperyalist cephenin oluşmasını özellikle önlemeye çalışır ve bu doğrultuda antiemperyalist cepheyi kâh milliyetçilikle, kâh şovenizmle, kâh sosyalizmle ve gericilikle itham eder. Böylece yurttaşlar ve halklar arasında kin ve nefret tohumları eker; şövenist, faşist tutumların tüm taraflarda gelişmesi için her türlü yola başvurur. Buna karşın Antiemperyalist program tüm yurttaşlar arasında ortaklıkları ve asgari müşterekleri merkeze alır. Evrensel değerleri ve demokratik-sosyal yurttaşlığı ön plana alan bir toplum sözleşmesinin gerçekleşmesini amaçlar. Hiçbir etnik, dinsel ayrım ve ayrımcılık yapmadan Türk’ün, Kürt’ün, Çerkez’in, Abhaz’ın, Alevi’nin, Sünni’nin kısacası tüm yurttaşların her türlü demokratik haklarını kullanacağı barış ve kardeşlik ortamının sağlanmasını amaçlar.
Emperyalizm küresel kapitalizmi enternasyonalizm gibi sunmaya ve yutturmaya çalışır, böylece tüm dünyada ve Türkiye’de sosyalistleri kapitalizmin uşakları konumuna getirmeye çalışır.
Küresel kapitalizmin önündeki en büyük engel olarak gördüğü sosyal ve üniter devletleri etkisizleştirmeye çalışır. Küreselleşmeyle küresel düzeyde mücadele etmek gerektiğini söyleyenler farkında olarak veya olmayarak küresel sermayeye hizmet ederler. Antiemperyalist program modern devletle sanayi kapitalizmi arasındaki tarihsel ilişkilerin farkında olarak, modern devletin sosyal boyutunun geliştirilmesini ve modern devletin gerçek anlamda demokratik bir yurttaşlar topluluğu haline gelmesini öngörür. Bu yolla evrensel değerlerin korunacağını ve geliştirileceğini, küresel sermaye ile mücadele edilebilecek bir ortamın oluşabileceğini düşünür.
Emperyalizm dünyada barış çığlıkları atar, ancak insanlara kan, göz yaşı ve savaştan başka bir şey getirmez.
Emperyalizm dünya barışı adına tüm dünyanın kaynaklarını sömürür, tüm dünyayı pazar haline getirir ve tüm dünyayı ve insanlığı metalaştırır. Özelleştirmelerle, tekelci zihniyetle insanları işsizleştirir, yoksullaştırır. Buna karşı, Antiemperyalist program yurttaşların kendi kaynaklarına sahip çıkması gerektiğini, herkesin yeteneğine göre üretime katıldığı, herkesin ihtiyacının karşılandığı bir toplumsal yapının kurulabileceğini, emperyalist sömürü mekanizmalarının ortadan kaldırılmasıyla işsizlik ve yoksulluğun da ortadan kalkacağını öngörür. Üretim ve tüketimde hakça uygulamaların gerçekleşmesiyle hem yurtta hem de dünyada barışın gerçekleşeceğine inanır.
Emperyalizm tüm dünyayı, evreni, canlıları ve insanları sömürülecek birer meta olarak görür; kendi varlığını sürdürmek ve sınırsız kâr dürtüsünü tatmin edebilmek amacıyla tüm dünyaya saldırır ve yayılır.
Aleyhine işleyebilecek her türlü düzenlemeyi deregülasyon politikaları ile ortadan kaldırır; çalışma yaşamında önünde engel gördüğü tüm kazanımları birer birer yıkar geçer. Çalışanların her türlü haklarını kısıtlar ve örgütlü gücünü paramparça eder. Bu doğrultuda, kamu yönetimini ve devleti de bir rant aygıtı olarak tanımlar; kaynakların etkili ve verimli kullanımını savunarak küresel sermayeye hizmet eden bir kamu yönetimi yaratır. Böylece “özerklik” adı altında kamu kurumlarını ve kamu yönetimini demokratik denetim mekanizmalarının dışına çıkarır. Buna karşı, Antiemperyalist program kamu kaynaklarının tüm yurttaşların ortak malı olduğu bilinciyle hareket eder ve bu yönde kamu yönetiminin halkın ortak yararını gözetecek şekilde düzenlenmesini ve demokratikleşmesini öngörür. Dolayısıyla, Son on yılda denetleme ve düzenleme gibi adlar altında kurulan her türlü üst kurulun halkın ortak yararını gözetecek doğrultuda yeniden düzenlenmesini ya da ortadan kaldırılmasını öngörür. Halkın iradesini hiçe sayan ve egemenliğini gölgeleyen uluslararası tahkim gibi amacı sadece sömürenlere ve emperyalistlere hizmet etmek olan her türlü düzenlemeyi kaldırır.
Emperyalizm tüm mekanizmalarıyla insanları mülksüzleştirir, evsizleştirir, topraksızlaştırır. Mortgage sistemiyle insanları borçlandırır ve mülkiyetlerini ipotek altına alarak onları ömür boyu kiracı, serf durumuna düşürür.
Buna karşı Antiemperyalist program insanların barınma, yaşama ve çalışma alanlarını güvence altına alır; bu doğrultuda insanca yaşayacakları ve üretecekleri bir konut politikası ile atıl toprakların işlenmesi için halktan yana bir toprak politikası izler.
Emperyalizm çevreye ve doğaya saygıdan söz eder; ehlileştirilmiş ve kendisine hizmet edecek çevreci hareketler üretir; ancak gerçekte sınırsız kâr dürtüsüyle hareket eder, yaşamın tüm alanlarını vahşi bir üretim ve tüketim ilişkisi üzerine inşa ederek ekolojik kirliliğe, dünya ölçeğinde ısınmaya, birçok canlı türünün yok edilmesine yol açar.
Dünyayı hunharca sömürerek küresel bir çöplüğe çevirir. Buna karşı, Antiemperyalist programda, üretim ve tüketim ilişkilerinde insan ihtiyaçları merkeze alınır; üretim tarzının insancıllaştırılması sağlanarak doğanın sömürüsü ve çevre kirliliği önlenir, hiçbir şekilde dünyanın bir çöplüğe çevrilmesine izin verilmez.
Emperyalizm insan hakları havariliği yapar; ancak tahakküm mekanizmalarıyla insanlara baskı, işkence ve katliamdan başka bir şey vermez.
Emperyalizm kadın haklarından söz eder; ancak kadınlara yönelik sömürü, şiddet ve cinsiyetçiliğin kendisinin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısının ayrılmaz bir parçası olduğunu gizler. Tüm mekanizmaları ile kadını sömürülecek ve kullanılacak bir metaya dönüştürür. Siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamda kadına ikincil bir rol tanınması, dayak, işkence veya cinsiyetçilik ile kadının ötekileştirilmesi ve aşağılanması emperyalizmin tüm dünyada öngördüğü makro sömürü düzenlemelerinin ve köle-efendi ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla, Antiemperyalist program her türlü tahakkümün ve baskının karşında yer alarak temel insan haklarını korumanın ötesinde her türlü sosyal ve ekonomik hakları geliştirir. Her türlü köle-efendi ilişkisini ortadan kaldırarak tüm insanların özgürleşmesine olanak sağlar. Herkesin kendi kimliğini özgürce yaşayacağı ve yaşatacağı bir ortam oluşturur.
Emperyalizm demokrasiyi elitler arasındaki bir oyuna dönüştürür ve bu yolla onu biçimselleştirir ve seçimlere indirger.
Halkın gündemini belirlemek için milletvekili dokunulmazlığı gibi sudan-sabundan konuları sürekli işler; böylece hem iktidarı hem de sözde muhalefeti kendi paradigması ve yörüngesinde tutar. Demokrasi adı altında oligarşik ve aristokratik yapılar kurar. Halbuki Antiemperyalist program demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak kavrar ve tüm yurttaşların gelişiminin bir parçası olarak tanımlar ve katılımı sürekli kılacak mekanizmaları öngörür. Yurttaşların tüm karar ve uygulamalara katılmasını öngörür. Emredici vekalet yolu ile tüm karar ve uygulamaların yurttaşların ortak yararını gözetecek şekilde oluşmasını ve uygulanmasını sağlar. Bu doğrultuda yurttaşların talebine ve onayına dayanmayan hiçbir siyasal, ekonomik, toplumsal, eğitsel vb. düzenleme ve uygulama geçerli ve meşru sayılmaz. Ayrıca, emredici vekaletin ayrılmaz bir parçası olarak halkın taleplerine göre hareket etmeyen temsilciler halk tarafından geri çağrılarak (azledilerek) halkın iradesi kayıtsız şartsız egemen kılınır.
Emperyalizm İMF, Dünya Bankası gibi örgütler aracılığıyla ekonomik ve sosyal gelişmenin ve refahın sağlanacağından söz eder; ancak bu yolla sadece çevre ülkeleri ekonomik ve sosyal açıdan istikrarsızlaştırır, bu ülkeleri borç sarmalına sokarak zayıflatır ve sürekli sömürülecek bir durumda tutar. Antiemperyalist program bu sömürü yapılarını ve mekanizmalarını ortadan kaldırarak toplumsal barışı ve adaleti sağlar. Bu nedenle, emperyalist mekanizmalar içinde ustaca gizlenen iç ve dış borçlanmanın kaynaklarını tespit eder ve kurutur.
Emperyalizm çevre ülkelerle uluslararası bağımlılık, işbirliği, yardımlaşma, dayanışma adları altında kendi çıkarlarını koruyan ve kollayan ilişkiler geliştirir, açık ve gizli kültürel, askeri, ekonomik andlaşmalar yapar. Antiemperyalist program yurttaşların ve halkların ortak yararına aykırı her türlü açık veya gizli askeri, siyasal, ekonomik anlaşmayı halka açıklar ve iptal eder. Böylece, ulusal, bölgesel ve dünya ölçeklerinde barış, kardeşlik ve dayanışmanın yolunu açar. Her koşulda, emperyalizme direnen çevre ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesini savunur, mazlum halkların yanında yer alır ve ezilen halkaların kardeşliğine, birlikteliğine ve özgürleşmesine katkıda bulunur. Dünyayı istikrarsızlaştıran ve hegemonik güçlere hizmet eden NATO gibi saldırı paktlarından ayrılır, her türlü üsleri kapatır.
Emperyalistler Ortadoğu ve Türkiye’yi demokratikleştirmekten ve bu doğrultuda BOP gibi emperyalist projelerden söz ederler.
Avrupa’nın yüksek değerlerinden söz ederek Türkiye’yi AB’nin kapı bekçisi ve jandarması konumunda tutmaya çalışırlar. Toplumun çok farklı kesimlerinden yandaş bulabilmek ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirebilmek için AB projeleri, hibeleri vs adı altında dağıttıkları fonlarla insanları üretmemeye, çalışmamaya yönlendirir, kendi ellerine bakan birer dilenci durumuna düşürürler. Bu nedenle, Antiemperyalist program Türkiye’nin ABD ve AB ile olan tüm ilişkilerini, AB üyeliği gibi halka sorulmaksızın uygulanan ve dolayısıyla hiçbir meşru zemini bulunmayan her türlü tepeden inmeci dayatmaları ve düzenlemeleri gözden geçirmeyi amaçlar.
Emperyalistler toplumlararası etkileşimden ve halkların birbirini anlamasından söz ederler; bu doğrultuda bilimsel, kültürel, sanatsal, eğitsel programlar uygularlar; ancak gerçekleşen sadece emperyalist kültürün, dilin ve yaşam biçiminin çevre ülkelere ve toplumlara yayılması ve buna alternatif olabilecek düşüncelerin ve tutumların yok edilmesidir. Buna karşın, Antiemperyalist program öncelikle kendi insan gücüne dayanarak evrensel değerleri dikkate alan bir eğitim, dil, kültür, sanat ve bilim anlayışının gerekleşmesini amaçlar. Her alanda Antiemperyalist tutumun gelişmesini özendirir ve emperyalistlerin her türlü sahte bilimi ile başa çıkabilecek eleştirel bilimin temellerini atar. Dolayısıyla bilimsel ve eğitsel maskeler altında emperyalistlere devşirme yetiştirmeyi amaçlayan her türlü politika terk edilir; bu amaçlarla halkın kaynaklarıyla yurtdışına gönderilenler geri çağrılır. Ayrıca tüm kurumlardaki emperyalistlerin hizmetçileri açığa çıkarılır ve halka açıklanır.
Emperyalistler küreselleşme dedikleri heyulaya dayanarak sınırların kaldırılmasından ya da açılmasından söz ederler; ancak gerçekleşen sadece zayıf toplumların sınırlarının açılmasıdır.
Emperyalistlerin çalışanlara ve mültecilere yönelik politikaları dikkate alındığında, merkezileşmekten ve yoğunlaşmaktan dolayı patlama noktasına gelen küresel sermayelerinin rahatlaması, yeni pazarlara ulaşması ve yeni alanlarda işlem görmesi için sınırların açılmasından söz ettikleri gün gibi ortaya çıkar. Dahası, kendi sınırlarını sıkı sıkıya kapatırken, sömürülen ülkelerin kamusal görevler dahil tüm çalışma alanlarını dahi kendilerine açmalarını talep etmeleri bu niyetlerini apaçık ortaya koyar. Dolayısıyla, Antiemperyalist program bu tür iki yüzlü uygulamaları tamamen ortadan kaldırmayı ve kurumların emperyalistlerin işgaline uğramasına izin vermemeyi öngörür.
Aynı şekilde, Emperyalizm yaşayabilmek amacıyla yeni sömürgeler elde etmek ve koloni hareketlerine girişmek durumundadır.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin sürekli tarım ve köylülük üzerinde durmaları ve kırsal nüfusu % 5’e düşürme planları toprakların emperyalistlerin eline geçmesini ve tarım alanlarının büyük sermayeye entegrasyonu amaçlar. Kuş gribi gibi hayali tehlikelerle, tohum yasası gibi düzenlemelerle, Dünya Bankası’nın tarımla uğraşan köylüleri hibe ve yardım adı altında üretmek yerine kendilerine bağımlı kılmaya çalışan politikalarıyla kırda yaşayan insanlar sefalete alıştırılmakta, topraklarını terk etmeye ve mülksüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu şekilde toprakların büyük bir kısmı işlenmez bir hale getirilmiştir ve ucuza satılacak durumdadır. O halde, Antiemperyalist program emperyalistlerin söylediğinin ve uyguladığının tam aksini yapmak durumundadır. Antiemperyalist program Türkiye’nin kolonileştirilmesinin önünü alır, tüm ülkede yerleşim ve yaşam koşullarını yeniden düzenler, kentlerde oluşan işsizlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşma, değersizleşme, suç, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı, intihar gibi patolojik olguların önüne geçmek amacıyla hiç zaman kaybetmeden tam istihdam politikası uygular. Bu amaçla tüm yurttaşların enerjilerini harekete geçirir ve çalışma hakkını içi boş bir söylem olmaktan çıkarıp uygulamaya koyar; bu anlayışla ormanları, nehirleri, madenleri, toprakları tüm halkın ortak kaynakları olarak dengeli bir biçimde değerlendirmeyi amaçlar.
Çağrımız Tüm Yurttaşlara,
Çağrımız tüm Yurtseverlere, Atatürkçülere, Sosyalistlere, Milliyetçilere, Muhafazakarlara, Sosyal Demokratlara, Liberallere, Anarşistlere, Feministlere,
Çağrımız Laiklere; Müslümanlara, Alevilere, Şiilere, Sünnilere, Hıristiyanlara, Yahudilere,
Çağrımız Kadınlara, Erkeklere, Gençlere, Yaşlılara,
Çağrımız İşçiye, İşsize, Memura, Esnafa, Üretene, Çalışana,
Çağrımız öğrenciye, öğretmene, akademisyene, meslek örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine, siyasal partilere, aydınlara, yazarlara,
Çağrımız Kentliye, Köylüye,
Çağrımız Tüm Antiemperyalistlere, Tüm ulusal güçlere .
Çağrımız Onurundan Başka Kaybedecek Bir Şeyi Olmayan Tüm Duyarlı İnsanlara,
Türkiye çok ciddî bir çaresizliğin içinde ve giderek derinleşen bir bunalımın eşiğindedir. Toplumu toplum yapan değerler her geçen gün yıpranmakta, ülkemiz hızla yoksulluğa, kutuplaşmaya, dağılma ve parçalanmaya doğru gitmektedir. Halbuki, herhangi bir toplumdan söz etmek için insanların biyolojik ve fiziksel varlığını sürdürmesi gerekir; dolayısıyla fiziksel ve coğrafi bir alana, diğer bir deyişle ülkeye ihtiyaç bulunur.
Bugün toplumu bir arada tutacak ve o toplumu oluşturan üyelerin bir arada insanca ve onurlu yaşam sürmesini sağlayacak düzenlemelere acil ihtiyaç duyuluyor. Mevcut koşullarda “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır/milletindir” ilkesinin tam anlamıyla teoriden pratiğe geçmesi olanaksız görünüyor.
Seçimlere az bir süre kala, ABD ve AB’nin desteğini kazanabilmek amacıyla her türlü taviz veriliyor; öte yandan yapay gerilimler ve tartışmalarla Türkiye derin bir uçuruma doğru itiliyor. Alternatif olarak sunulan veya sunulmaya hazırlanan sözde hareketler veya siyasi oluşumlar da meşruiyetlerini halkta değil, her zamanki gibi emperyalistlere dalkavuklukta görüyorlar.
Halbuki, karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar hepimizin sorunlarıdır, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yüzyıllardır tüm dünyanın ve bizlerin başına sardığı belalardır. Tüm sorunların üstesinden gelinebilir. İhtiyacımız olan tek şey kendimize ve birbirimize güvenmemiz, inanmamızdır. Unutmamalıyız ki, umutsuzluğa düşmemizi, toplumsal yaşamdan ve mücadeleden kendimizi tecrit etmemizi isteyenler bizlerin ortak yararını gözetenler değil, emperyalistlerdir. Yapmamız gereken tek şey, her birimizde varolan gücü ve enerjiyi bir araya getirmektir.
Yapmamız gereken ilk iş, her birimizin ortak sorunlar üzerinde, ortak çözümler üretebileceği bir zeminde ve ortak paydada buluşmaktır.
Böyle bir zeminde ortaya çıkacak doğrular hepimizin ortak doğruları, belirlenecek yollar hepimizin takip etmek isteyeceği yollar, üretilecek politikalar hepimizin onayını alan politikalar olacaktır. Unutmamalıyız ki, örgütlü hareket edemediğimiz takdirde emperyalistler ve işbirlikçileri aynı oyunlarını yeniden yeniden oynayacaklardır.
Bu ülke bizim, bu ülke hepimizin.
Eğer ki siyasetin ve toplumsal yaşamın amacı, filozofların bilgece ifade ettikleri gibi, yalnızca yaşamayı olanaklı kılmak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı kurmaksa, gelin el ele verelim. İçinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünyayı, hepimizin ortak katılımıyla, birlikte inşa edelim.
Yukarıdaki nedenler ve ilkeler doğrultusunda;
1. Halkın ortak yararını düşünen tüm siyasal partileri, sendikaları, ulusal ve yerel dernekleri, vakıfları, meslek kuruluşlarını, insiyatif ve platformları, ulusal ve yerel medyayı, internet öbeklerini ortak bir cephede buluşmaya,
2. Tüm duyarlı yurttaşları; her türlü meşru zeminde, üyesi bulundukları siyasal partilerde, sendikalarda, ulusal ve yerel derneklerde, vakıflarda, meslek kuruluşlarında, inisiyatif ve platformlarda, ulusal ve yerel medyada, internet öbeklerinde antiemperyalist bir ortak cephe bilincinin gelişmesine katkıda bulunmaya;
3. Tüm duyarlı yurttaşları; bireysel veya kolektif olarak her türlü meşru zeminde ulusal ve yerel düzeyde Türkiye’nin her bir köşesinde, her bir ilde, her bir ilçede, her bir kasaba ve köyde antiemperyalist bir cephenin kurulmasında veya gelişmesinde inisiyatif ve sorumluluk üstlenmeye;
Çağırıyorum.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin umutlarımızı ve geleceğimizi yok etmelerine izin vermeyelim.
ULUSAL DEMOKRATİK CEPHEYİ KURMAK İÇİN GÖREV BAŞINA
Yusuf UYGAN
Emperyalizm yüzyıllardır dünyaya kan kusturuyor!
Ancak her geçen gün bu uğursuzluğa karşı örgütlenme ve ortak hareket etme gereği tüm vicdanlarda ve tüm duyarlı kesimlerde derinden hissediliyor.
Çünkü emperyalizm, varlığını sürdürmek için sürekli saldırıyor; saldırdıkça maskesi de hızla düşüyor. O saldırdıkça, insanlık ayağa kalkıyor, Antiemperyalist dalga çığ gibi büyüyor.
Dünya tarihsel bir kırılmanın eşiğinden geçiyor; ve tarihsel sorumluluklarımız emperyalizme karşı olan herkesi ortak bir cephede buluşmaya çağırıyor.
Son 25 yılda, dünya daha yaşanmaz bir hale geldi.
Ekonomik ve toplumsal dengesizlikler giderek artıyor; emperyalist (merkez) ülkeler dünyayı istikrarsızlaştırma ve çatıştırma politikalarını gün be gün uyguluyor, zayıf halkların ve devletlerin üzerine azgınca saldırıyor, onların topraklarını işgal ediyor ve sömürüyor. Başlıca politikaları ise böl/parçala/yönet.
Emperyalistler kendilerini haklı göstermek, olası dirençleri yok etmek ve işbirlikçilerini iktidarda tutmak için kendilerine uygun bir dil ve söylem yaratıyorlar.
Öyle ki, ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlık ve zulüm karşısında susmayıp onurunu korumak isteyenlerin insanlık tarihi boyunca ürettiği her türlü değer ve ilkeyi kendilerine maske yapacak kadar yüzsüzleşiyorlar. Eşitlik, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi ezilenlerin binlerce yıldır sesi, çığlığı, umudu olan tüm kazanımları kendilerinin ayrılmaz bir parçasıymış gibi sunuyorlar. Bu değerleri kirletiyor, araçsallaştırıyor ve utanmadan ezilenlere karşı kullanıyorlar.
Emperyalistler kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve sömürü ilişkilerini sürdürmek için sürekli yeni mekanizmalar üretiyorlar.
Gün geliyor dünyayı, insanlığı, varlığı, toplumları sınıflandırıyor, kamplara ayırıyor. Gün geliyor insanları renklerine göre hiyerarşiye diziyor, çıkarları için köleliği ve ırkçılığı yaratıyor. Gün geliyor modernleşme teorilerini üretiyor, kendisini dünyanın merkezine yerleştirip kendisi gibi olmayanları aşağılıyor, kendisine bir köle gibi hizmet etmenin diğerleri için erdem olduğu propagandasını yapıyor. Gün geliyor, ortaçağı, feodalizmi çıkarları için ortadan kaldırıyor; bunun için mutlakıyeti ve zorba yönetimi iş başına getiriyor, devletle oynuyor, çıkarları için onu dönüştürüyor; devleti her zaman bir hizmetçi konumunda tutuyor. Gün geliyor bugün olduğu gibi, küreselleşme adı altında toplumsal farklılıkları, çok kültürlülüğü, etni siteyi yeniden keşfediyor, sosyal devleti bir rant aygıtı olarak tanımlayıp yeniden ortaçağa dönüşün yollarını arıyor. Kendisine hizmet etmeyi reddedenleri düşman olarak damgalıyor. Masum halkları acımasızca katletmekten, birbirine düşürmekten bir an geri durmuyor; kısacası emperyalistlerin bilinen her türlü hilesine başvuruyor ve yenilerini de sürekli üretiyor.
Emperyalistler sömürü ağlarını gizlemek, çok uluslu şirketlerinin kârlarını kan ve göz yaşı üzerine artırmak ve tüm dünyayı kendi çıkarlarına göre dönüştürmek, parçalamak ve yönetmek için bugün adına küreselleşme dedikleri bir ucubeye sığınıyorlar.
Bu süreçte tüm aktörlerin kazandığı ileri sürülüyor; “kazan-kazan” diyerek sömüren ve sömürülenler arasındaki iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler ve dengesizlikler gizlenmeye çalışılıyor. Sivil toplum örgütlerinde, kamu kurumlarında, meslek örgütlerinde, üniversitelerde, kısacası tüm dünyada toplumların farklı kesimlerinde küreselleşmeyi savunanlar apaçık bir biçimde emperyalizmi savunduklarını ya bilmiyorlar ya da küçük hesaplardan dolayı bilerek sömürüye payanda olmayı tercih ediyorlar. Albenili ve bir o kadar da iğrenç “söylemler” sakız gibi birçok ağızda çiğneniyor.
Halbuki, emperyalist sömürü, saldırı ve tahakkümün en üst düzeye ulaştığı günümüzde dünyanın yarısı, yaklaşık 3 milyar insan, günlük 1-2 dolardan daha az bir gelir ile yaşamını sürdürme mücadelesi veriyor. Öyle ki, en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılası dünyanın üç büyük zengininin toplam servetinden çok daha az. Dünyanın % 5’ini oluşturan “mutlu azınlık” genişleyen ticaretin % 82’sinden ve yatırımların % 68’inden yararlanıyor, alttakiler ise ölüm-kalım mücadelesi veriyor. En zengin ve en yoksul ülkeler arasındaki fark, adına küreselleşme denilen yeni emperyalist süreçte giderek açılıyor. Öyle ki, 1820’de bu fark 3 iken; 1913’te 11; 1950’de 35; 1973’te 44; 1992’de 72; 1997’de 74 ve günümüzde 100 katı aşmıştır. Emperyalist ülkelerdeki nüfusun % 20’si dünyadaki tüm mal, kaynak ve ürünlerin % 86’sını tüketmektedir. Dolayısıyla emperyalist ülkelerdeki birkaç milyoner 2.5 milyarlık dünya nüfusundan daha fazla bir servete sahiptir. Hiç kimse bunun bir rastlantı olduğunu ya da o kişilerin daha akıllı olduğunu söyleyerek bu eşitsizliği ve dengesizliği maskeleyemez. Çünkü bir taraftan da biliyoruz ki, İMF, Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü vb emperyalist sömürüye hizmet eden kurumlar aracılığıyla yoksul ülkeler borç veya kredi olarak aldıkları her 1 $ için 13 $ borç ödemek zorunda bırakılmakta, yoksulluk ve borçlanma el ele gitmekte ve daha da vahimi bu borçlar veya krediler, o borçlardan haberi olmayan ya da bu borçlardan hiçbir şekilde yararlanmamış olan ezilen halkın sırtına yüklenmektedir. Yoksul ülkelerdeki halk inim inim inlerken, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin soysuzca mutlu yaşamalarının sırrı da budur. Bir de utanmadan, bu ilişkilerden tüm insanların yararlandığını söylemektedirler.
Dolayısıyla, bugün insan hakları ihlallerinin en şiddetlisi ve yaygını ekonomik ve sosyal alanda ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar sömürülmüş, posası çıkarılmış ya da halen sömürülmekte olan ülkelerde yaklaşık 800 milyon insan kronik bir şekilde eksik beslenmektedir. Bunların çoğu, Afrika’da, Asya-pasifikte ve Ortadoğu’dadır. Her yıl 7 milyon çocuk yalnızca borç krizlerinden dolayı ölmektedir. 1 Ocak 2000-24 Mart 2001 tarihlerinde sadece borç ödemesi dolayısıyla 9 milyon çocuk tüm dünyanın gözleri önünde ölmüştür. Milyonlarca insan da bugün ve yarın aynı nedenlerle ölüme mahkum edilmiş durumda. 1980’den bu yana dünyada ve Türkiye’de yaşam beklentileri küçük bir azınlıkta artmış geri kalanlarda hızla azalmıştır. Bebek ölümleri, eğitim ve okur yazarlık konusu da küreselleşme denilen yeni emperyalist çağda kronik sorunlar olarak varlığını sürdürmüştür.
Diğer yandan, dünya nüfusunun sadece % 12’si dünya su kaynaklarının % 85’ini kullanmaktadır; ve bu % 12’lik mutlu azınlık elbette sömürülen ülkelerde yaşamıyor. Öte yandan 1998’deki harcamalar dünyadaki önceliklerine bakıldığında ise çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılmaktadır:
Tüm dünyada temel eğitim için 6 milyar, emperyalist ABD’de kozmetik için 8 milyar, tüm dünyada su ve sağlık için 9 milyar, emperyalist Avrupa’da dondurma için 11 milyar, tüm dünyada kadın doğum sağlığı için 12 milyar, emperyalist AB ve ABD’de parfüm için 12 milyar, tüm dünyada temel sağlık ve beslenme için 13 milyar, Avrupa ve ABD’de evcil hayvan için 17 milyar, Japonya’da iş eğlenceleri için 35 milyar, Avrupa’da sigara için 50 milyar, alkollü içecekler için 105 milyar, dünyada uyuşturucu ve bağımlılık yapan madde ve ilaçlar için 400 milyar ve tüm dünyada bu çarpık manzarayı sürdürmek için ise silah vb askeri harcamalara 780 milyar dolar harcanmıştır.
Günümüzde dünyadaki çocuk sayısı 2.2 milyar; yoksulluk içindeki çocuk sayısı ise 1 milyardır (her iki çocuktan biri). Sömürülen dünyadaki 1.9 milyar çocuk arasında 640 milyonu yeterli barınmadan mahrumdur (her üçünden biri). 400 milyon çocuk kullanılabilir sudan mahrumdur (beşte biri). 270 milyon çocuk sağlık hizmetlerinden mahrumdur (yedide biri). Dünya çapında eğitimden mahrum bırakılan çocuk sayısı ise 121 milyondur. Dünya ölçeğinde 2003’te 5 yaşına ulaşmadan ölen çocuk sayısı 10.6 milyondur (Fransa, Almanya, Yunanistan ve İtalya’daki çocuk sayısına denk). Her yıl 1.4 milyon çocuk sadece sağlıklı içme suyu ve yeterli sağlıktan mahrum olduğu için ölüyor. Dünya ölçeğinde aşı olamadıkları için her yıl 2.2 milyon çocuk ölüyor; 15 milyon çocuk ise sadece HIV/AİDS nedeniyle öksüz kalıyor.
Tüm bunların emperyalistlerin sömürü mekanizmalarıyla ilgisinin olmadığı söylenebilir mi? Halbuki emperyalist merkezlerin yerel işbirlikçileri tüm bu olup bitenler karşısında sessiz kalmayı ve efendilerini memnun edecek politikaları uygulamayı yeğliyorlar. Çanak yalayıcılığı bir kurtuluş olarak görüyorlar. Bilmiyorlar mı ki, dünya tarihi sömüren ve sömürülenlerin çatışmasının tarihidir; bilmiyorlar mı ki, bu tarih içinde nice işbirlikçiler çıktı, niceleri kişisel çıkarları için emperyalistlerin ve zalimlerin yanında yer aldı. Bilmiyorlar mı ki, dünyada sömürü ve zulüm sürdükçe bunlara karşı çıkan, aklını, vicdanını, kalemini, enerjisini zalimin, haksızın karşısında kullanan ve onurunu yitirmektense yaşamını yitirmeyi tercih eden insanlar hep varolmuştur ve olacaktır. Ve bilmiyorlar mı ki, emperyalistlere köleliği, hizmetkarlığı ve uşaklığı tercih edenler dün olduğu gibi, bugün ve yarın da lanetle anılacaklar; emperyalistler ve işbirlikçileri mutlaka bir gün bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir.
Emperyalist Sömürü Mekanizmalarının Kuruluşu ve İşleyişi: Dünya ve Türkiye Üzerine Bazı Saptamalar
16. Yüzyıl ile birlikte dünya önce ulusal, daha sonra ise iç mantığı ve işleyişi gereği uluslararasılaşan kapitalizmin, sermaye birikiminin kıskacındadır. Dolayısıyla Türkiye de yüzyıllardır emperyalist (merkez-metropoliten) ülkelerin bir çevresi (uydusu) konumundadır.
Merkez ve çevre ülkeler arasındaki eşitsizlikçi dolayısıyla sömürüye dayanan ilişki dünyada ve Türkiye’de zaman zaman kırılmaya çalışılmış ancak büyük kazanımlar elde edilememiştir.
Bunun esas nedeni, emperyalist (merkez) ülkelerin kendi içlerinde ve arasında sıkı ve merkezi örgütlenmeleri gerçekleştirmiş olmalarıdır. BM, DTÖ, İMF, Dünya Bankası, NATO, NAFTA, AB vb. gibi yapılanmaların emperyalistler arasındaki örgütlenmeler olduğunu kim inkar edebilir?
Buna karşın, çevre ülkeler sömürülmelerinin de bir sonucu olarak zayıf bırakılmış, örgütlenememişlerdir. Sürekli sömürüye ve tahakküme maruz kalmışlardır. Öyle ki, hem kendi içlerindeki farklılıkların sürekli çatışmaya dönüştürülmesi hem de merkezin kutuplaştırıcı ve çatıştırıcı politikalarının bir sonucu olarak hiçbir zaman bir araya gelememişlerdir. Sömürülen (çevre) ülkeler ne kendi içlerinde, ne de kendi aralarında örgütlenmeyi ve birlikte hareket etmeyi başarabilmişlerdir. Dolayısı ile, çevre ülkelerin kendi içlerinde ve arasındaki çatışmalar emperyalist sömürü mekanizmaların hem bir sonucu olmuş, hem de emperyalist politikaların uygulanmasına ve sömürünün sürmesine olanak sağlamıştır.
Emperyalist (Merkez) ülke(ler) çevre ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmak için yüzyıllardan beri sömürülen ülkelerde işbirlikçi bir elit bulundurmuş, böylece iktidarı denetleyerek tüm toplumu denetim altına almıştır.
Bu çerçevede dünyanın her bir köşesinde sivil ve askeri darbeler düzenlemişler; toplumları denetim altında tutmak ve sömürüye açık bir hale getirmek için toplumsal grup ve dinamikleri çatıştırarak zayıf bırakmışlardır.
Sovyetler Birliğinin çökertilmesi ile birlikte, emperyalist ABD ve AB Soğuk Savaş döneminde uygulamak zorunda kaldıkları refah devleti (sosyal devlet) uygulamasını derhal askıya almışlar; tüm ülkelerde neoliberal olarak adlandırılan uluslararası sermaye yanlısı politikalar devreye sokulmuştur.
Buna paralel olarak, emperyalistler dünyayı istikrarsızlaştırarak sömürü ve tahakkümlerini sürdürebilmek amacıyla gerçekte yoksul ülkelerle kendileri arasındaki ekonomik temelli kuzey-güney çatışmasının eksenini kültürel temelli doğu-batı çatışmasına kaydırmışlardır. Bu doğrultuda ekonomik ve sosyal eşitsizliklerden kaynaklanan çatışmaları etkisizleştirebilmek ve gözlerden uzak tutabilmek amacıyla medeniyetler çatışması tezini geliştirmişler, bu tezlerini destekleyebilmek ve tüm dünyada kabul görmesini sağlamak amacıyla da 11 Eylül senaryosunu uygulamaya koymuşlardır. Bir anlamda 2'nci bin yıla nasıl ki adına reform dedikleri Hıristiyanlık içindeki kanlı hesaplaşmayla girmiş ve sonuçta kapitalizmin ve ona eşlik eden Protestanlığın zaferiyle çıkmışlarsa, 3'üncü bin yıla girerken de yine Protestanlığı yedeklerine alarak İslam’ı düşman olarak seçmişlerdir. Bu senaryoda emperyalistler arasındaki çatışmalar da belirginleşmiştir. Çünkü emperyalist ABD 1990’larla birlikte AB ülkeleri tarafından artık gereksiz olduğu ileri sürülen NATO’yu korumanın telaşına düşmüştür. 11 Eylül her şeyden önce emperyalist ABD’nin diğer bir emperyalist ülkeler topluluğu olan AB ve her ikisinin sömürüsü altındaki ülkeler üzerindeki hegemonyasını sürdürecek çok temel bir işlev görmüştür. 11 Eylül sonrasında ABD’nin dünyanın farklı yerlerinde yeni üsler kurduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. 11 Eylül ayrıca BM gibi örgütlerin emperyalist ülkelerin taşeronu olarak rol oynadığını iyice açığa çıkarmıştır.
Türkiye’nin kendine özgü tarihi de merkez-çevre çatışmasının tarihi olagelmiştir. Bir çevre ya da uydu ülkesi haline sokulan Türkiye’nin kendi içindeki merkez-çevre çatışması sağ-sol, Müslüman-laik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt eksenlerinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.
Özellikle son zamanlarda Türk-Kürt ve Müslüman-laik şeklinde sahte ayrım ve çatışmalar körüklenmektedir; böylece bir yandan yukarıda belirtilen senaryo doğrultusunda esas çatışmanın ekonomik temelde yani kapitalist üretim tarzına bağlı olarak sömürenler (elit) ve sömürülenler (halk) arasında olduğu gizlenmektedir. Türkiye’de merkez böylece sahte bir biçimde ikiye bölünmekte, iktidarda kalabilmek ya da iktidara gelebilmek için çok kolaylıkla emperyalistlerle işbirliğine gitmektedirler. Merkez içindeki sahte çatışmalarla gerçek çatışmaların üzeri kapatılmakta, halkın farklı kesimleri arasında çatışma yaratılarak halkın bir araya gelmesi önlenmektedir. Böl ve yönet ilkesi bütün açıklığıyla Türkiye’de uygulanmaktadır.
Tüm bu sahte çatışmalara karşı, biliyoruz ki, hem Türkler içinde hem Kürtler içinde merkezde ve çevrede olanlar var, hem Sünniler içinde hem Aleviler içinde merkezde ve çevrede olanlar var; hem Müslümanlar hem laikler arasında merkezde olanlar kadar çevrede olanlar var. Öyleyse sorun kişinin kökeninin ne olduğu değil, nerede durduğu ve kime hizmet ettiğidir. Dolayısıyla bu tür ayrışma ve çatışmaların sahte olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, gerçek ayrım merkez ve çevre ya da elit ve halk arasında yapılmak durumundadır. Çünkü sermayenin kırmızısı, mavisi, yeşili olamayacağı gibi, sömürü de Türk, Kürt, Müslüman, Laik, Alevi, Sünni tanımıyor.
Sonuçta, emperyalist ABD ve AB menşeli damızlık siyasetçiler halkın gündemini belirliyor ve zihinleri kirletiyor. Bugün de emperyalist merkezlere hizmet edecek iktidarlar üretilmeye devam ediliyor. Aynı oyun farklı zamanlarda farklı aktörlerle ve küçük kurgusal değişikliklerle yeniden sahneleniyor.
Tüm bu oyunları bozmak için ciddi bir paradigma değişikliğine, antiemperyalist bir halk cephesinin kurulmasına acil ihtiyaç bulunuyor.
ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE Antiemperyalist Bir Program Neleri Kapsar?
Antiemperyalist bir program, her şeyden önce emperyalizmin bütün yapılarıyla ve boyutlarıyla çözümlenmesini gerektirir. Bu yolla emperyalizmin görünür ve görünmez tüm mekanizmaları açığa çıkarılarak etkisizleştirilebilir.
Emperyalizm tüm insanlara ve halklara refah, özgürlük, haklar ve demokrasi vaat eder, ancak sömürü, eşitsizlik ve kölelikten başka bir şey vermez.
Buna karşı, Antiemperyalist program sömürü, eşitsizlik ve köleliği ortadan kaldırarak tüm insanların ve halkların refah ve mutluluk içinde özgür ve onurlu yaşayacağı, böylece, dünya görüşü, etnik köken, dil, din, mezhep ve cinsiyet gibi farklılıklarımızın bir çatışma konusu olmadığı, tam aksine her türlü bireysel ve toplumsal farklılığın karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde kendisini ifade edeceği ve yaşama alanı bulacağı demokratik bir ortamının kurulmasını amaçlar.
Emperyalizm insanlar ve toplumlar arasında her türlü farklılığın değerli olduğu propagandasını yaparak yurttaşları ve halkları parçalayacak ve çatıştıracak politikalar uygular; kendisine uygun bir dil yaratır.
Etnik ve dinsel farklıkları artırmaya ve çatıştırmaya çalışır. Politikalarına karşı çıkanları düşman olarak damgalar ve ayrıştırır. Antiemperyalist cephenin oluşmasını özellikle önlemeye çalışır ve bu doğrultuda antiemperyalist cepheyi kâh milliyetçilikle, kâh şovenizmle, kâh sosyalizmle ve gericilikle itham eder. Böylece yurttaşlar ve halklar arasında kin ve nefret tohumları eker; şövenist, faşist tutumların tüm taraflarda gelişmesi için her türlü yola başvurur. Buna karşın Antiemperyalist program tüm yurttaşlar arasında ortaklıkları ve asgari müşterekleri merkeze alır. Evrensel değerleri ve demokratik-sosyal yurttaşlığı ön plana alan bir toplum sözleşmesinin gerçekleşmesini amaçlar. Hiçbir etnik, dinsel ayrım ve ayrımcılık yapmadan Türk’ün, Kürt’ün, Çerkez’in, Abhaz’ın, Alevi’nin, Sünni’nin kısacası tüm yurttaşların her türlü demokratik haklarını kullanacağı barış ve kardeşlik ortamının sağlanmasını amaçlar.
Emperyalizm küresel kapitalizmi enternasyonalizm gibi sunmaya ve yutturmaya çalışır, böylece tüm dünyada ve Türkiye’de sosyalistleri kapitalizmin uşakları konumuna getirmeye çalışır.
Küresel kapitalizmin önündeki en büyük engel olarak gördüğü sosyal ve üniter devletleri etkisizleştirmeye çalışır. Küreselleşmeyle küresel düzeyde mücadele etmek gerektiğini söyleyenler farkında olarak veya olmayarak küresel sermayeye hizmet ederler. Antiemperyalist program modern devletle sanayi kapitalizmi arasındaki tarihsel ilişkilerin farkında olarak, modern devletin sosyal boyutunun geliştirilmesini ve modern devletin gerçek anlamda demokratik bir yurttaşlar topluluğu haline gelmesini öngörür. Bu yolla evrensel değerlerin korunacağını ve geliştirileceğini, küresel sermaye ile mücadele edilebilecek bir ortamın oluşabileceğini düşünür.
Emperyalizm dünyada barış çığlıkları atar, ancak insanlara kan, göz yaşı ve savaştan başka bir şey getirmez.
Emperyalizm dünya barışı adına tüm dünyanın kaynaklarını sömürür, tüm dünyayı pazar haline getirir ve tüm dünyayı ve insanlığı metalaştırır. Özelleştirmelerle, tekelci zihniyetle insanları işsizleştirir, yoksullaştırır. Buna karşı, Antiemperyalist program yurttaşların kendi kaynaklarına sahip çıkması gerektiğini, herkesin yeteneğine göre üretime katıldığı, herkesin ihtiyacının karşılandığı bir toplumsal yapının kurulabileceğini, emperyalist sömürü mekanizmalarının ortadan kaldırılmasıyla işsizlik ve yoksulluğun da ortadan kalkacağını öngörür. Üretim ve tüketimde hakça uygulamaların gerçekleşmesiyle hem yurtta hem de dünyada barışın gerçekleşeceğine inanır.
Emperyalizm tüm dünyayı, evreni, canlıları ve insanları sömürülecek birer meta olarak görür; kendi varlığını sürdürmek ve sınırsız kâr dürtüsünü tatmin edebilmek amacıyla tüm dünyaya saldırır ve yayılır.
Aleyhine işleyebilecek her türlü düzenlemeyi deregülasyon politikaları ile ortadan kaldırır; çalışma yaşamında önünde engel gördüğü tüm kazanımları birer birer yıkar geçer. Çalışanların her türlü haklarını kısıtlar ve örgütlü gücünü paramparça eder. Bu doğrultuda, kamu yönetimini ve devleti de bir rant aygıtı olarak tanımlar; kaynakların etkili ve verimli kullanımını savunarak küresel sermayeye hizmet eden bir kamu yönetimi yaratır. Böylece “özerklik” adı altında kamu kurumlarını ve kamu yönetimini demokratik denetim mekanizmalarının dışına çıkarır. Buna karşı, Antiemperyalist program kamu kaynaklarının tüm yurttaşların ortak malı olduğu bilinciyle hareket eder ve bu yönde kamu yönetiminin halkın ortak yararını gözetecek şekilde düzenlenmesini ve demokratikleşmesini öngörür. Dolayısıyla, Son on yılda denetleme ve düzenleme gibi adlar altında kurulan her türlü üst kurulun halkın ortak yararını gözetecek doğrultuda yeniden düzenlenmesini ya da ortadan kaldırılmasını öngörür. Halkın iradesini hiçe sayan ve egemenliğini gölgeleyen uluslararası tahkim gibi amacı sadece sömürenlere ve emperyalistlere hizmet etmek olan her türlü düzenlemeyi kaldırır.
Emperyalizm tüm mekanizmalarıyla insanları mülksüzleştirir, evsizleştirir, topraksızlaştırır. Mortgage sistemiyle insanları borçlandırır ve mülkiyetlerini ipotek altına alarak onları ömür boyu kiracı, serf durumuna düşürür.
Buna karşı Antiemperyalist program insanların barınma, yaşama ve çalışma alanlarını güvence altına alır; bu doğrultuda insanca yaşayacakları ve üretecekleri bir konut politikası ile atıl toprakların işlenmesi için halktan yana bir toprak politikası izler.
Emperyalizm çevreye ve doğaya saygıdan söz eder; ehlileştirilmiş ve kendisine hizmet edecek çevreci hareketler üretir; ancak gerçekte sınırsız kâr dürtüsüyle hareket eder, yaşamın tüm alanlarını vahşi bir üretim ve tüketim ilişkisi üzerine inşa ederek ekolojik kirliliğe, dünya ölçeğinde ısınmaya, birçok canlı türünün yok edilmesine yol açar.
Dünyayı hunharca sömürerek küresel bir çöplüğe çevirir. Buna karşı, Antiemperyalist programda, üretim ve tüketim ilişkilerinde insan ihtiyaçları merkeze alınır; üretim tarzının insancıllaştırılması sağlanarak doğanın sömürüsü ve çevre kirliliği önlenir, hiçbir şekilde dünyanın bir çöplüğe çevrilmesine izin verilmez.
Emperyalizm insan hakları havariliği yapar; ancak tahakküm mekanizmalarıyla insanlara baskı, işkence ve katliamdan başka bir şey vermez.
Emperyalizm kadın haklarından söz eder; ancak kadınlara yönelik sömürü, şiddet ve cinsiyetçiliğin kendisinin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısının ayrılmaz bir parçası olduğunu gizler. Tüm mekanizmaları ile kadını sömürülecek ve kullanılacak bir metaya dönüştürür. Siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamda kadına ikincil bir rol tanınması, dayak, işkence veya cinsiyetçilik ile kadının ötekileştirilmesi ve aşağılanması emperyalizmin tüm dünyada öngördüğü makro sömürü düzenlemelerinin ve köle-efendi ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla, Antiemperyalist program her türlü tahakkümün ve baskının karşında yer alarak temel insan haklarını korumanın ötesinde her türlü sosyal ve ekonomik hakları geliştirir. Her türlü köle-efendi ilişkisini ortadan kaldırarak tüm insanların özgürleşmesine olanak sağlar. Herkesin kendi kimliğini özgürce yaşayacağı ve yaşatacağı bir ortam oluşturur.
Emperyalizm demokrasiyi elitler arasındaki bir oyuna dönüştürür ve bu yolla onu biçimselleştirir ve seçimlere indirger.
Halkın gündemini belirlemek için milletvekili dokunulmazlığı gibi sudan-sabundan konuları sürekli işler; böylece hem iktidarı hem de sözde muhalefeti kendi paradigması ve yörüngesinde tutar. Demokrasi adı altında oligarşik ve aristokratik yapılar kurar. Halbuki Antiemperyalist program demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak kavrar ve tüm yurttaşların gelişiminin bir parçası olarak tanımlar ve katılımı sürekli kılacak mekanizmaları öngörür. Yurttaşların tüm karar ve uygulamalara katılmasını öngörür. Emredici vekalet yolu ile tüm karar ve uygulamaların yurttaşların ortak yararını gözetecek şekilde oluşmasını ve uygulanmasını sağlar. Bu doğrultuda yurttaşların talebine ve onayına dayanmayan hiçbir siyasal, ekonomik, toplumsal, eğitsel vb. düzenleme ve uygulama geçerli ve meşru sayılmaz. Ayrıca, emredici vekaletin ayrılmaz bir parçası olarak halkın taleplerine göre hareket etmeyen temsilciler halk tarafından geri çağrılarak (azledilerek) halkın iradesi kayıtsız şartsız egemen kılınır.
Emperyalizm İMF, Dünya Bankası gibi örgütler aracılığıyla ekonomik ve sosyal gelişmenin ve refahın sağlanacağından söz eder; ancak bu yolla sadece çevre ülkeleri ekonomik ve sosyal açıdan istikrarsızlaştırır, bu ülkeleri borç sarmalına sokarak zayıflatır ve sürekli sömürülecek bir durumda tutar. Antiemperyalist program bu sömürü yapılarını ve mekanizmalarını ortadan kaldırarak toplumsal barışı ve adaleti sağlar. Bu nedenle, emperyalist mekanizmalar içinde ustaca gizlenen iç ve dış borçlanmanın kaynaklarını tespit eder ve kurutur.
Emperyalizm çevre ülkelerle uluslararası bağımlılık, işbirliği, yardımlaşma, dayanışma adları altında kendi çıkarlarını koruyan ve kollayan ilişkiler geliştirir, açık ve gizli kültürel, askeri, ekonomik andlaşmalar yapar. Antiemperyalist program yurttaşların ve halkların ortak yararına aykırı her türlü açık veya gizli askeri, siyasal, ekonomik anlaşmayı halka açıklar ve iptal eder. Böylece, ulusal, bölgesel ve dünya ölçeklerinde barış, kardeşlik ve dayanışmanın yolunu açar. Her koşulda, emperyalizme direnen çevre ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesini savunur, mazlum halkların yanında yer alır ve ezilen halkaların kardeşliğine, birlikteliğine ve özgürleşmesine katkıda bulunur. Dünyayı istikrarsızlaştıran ve hegemonik güçlere hizmet eden NATO gibi saldırı paktlarından ayrılır, her türlü üsleri kapatır.
Emperyalistler Ortadoğu ve Türkiye’yi demokratikleştirmekten ve bu doğrultuda BOP gibi emperyalist projelerden söz ederler.
Avrupa’nın yüksek değerlerinden söz ederek Türkiye’yi AB’nin kapı bekçisi ve jandarması konumunda tutmaya çalışırlar. Toplumun çok farklı kesimlerinden yandaş bulabilmek ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirebilmek için AB projeleri, hibeleri vs adı altında dağıttıkları fonlarla insanları üretmemeye, çalışmamaya yönlendirir, kendi ellerine bakan birer dilenci durumuna düşürürler. Bu nedenle, Antiemperyalist program Türkiye’nin ABD ve AB ile olan tüm ilişkilerini, AB üyeliği gibi halka sorulmaksızın uygulanan ve dolayısıyla hiçbir meşru zemini bulunmayan her türlü tepeden inmeci dayatmaları ve düzenlemeleri gözden geçirmeyi amaçlar.
Emperyalistler toplumlararası etkileşimden ve halkların birbirini anlamasından söz ederler; bu doğrultuda bilimsel, kültürel, sanatsal, eğitsel programlar uygularlar; ancak gerçekleşen sadece emperyalist kültürün, dilin ve yaşam biçiminin çevre ülkelere ve toplumlara yayılması ve buna alternatif olabilecek düşüncelerin ve tutumların yok edilmesidir. Buna karşın, Antiemperyalist program öncelikle kendi insan gücüne dayanarak evrensel değerleri dikkate alan bir eğitim, dil, kültür, sanat ve bilim anlayışının gerekleşmesini amaçlar. Her alanda Antiemperyalist tutumun gelişmesini özendirir ve emperyalistlerin her türlü sahte bilimi ile başa çıkabilecek eleştirel bilimin temellerini atar. Dolayısıyla bilimsel ve eğitsel maskeler altında emperyalistlere devşirme yetiştirmeyi amaçlayan her türlü politika terk edilir; bu amaçlarla halkın kaynaklarıyla yurtdışına gönderilenler geri çağrılır. Ayrıca tüm kurumlardaki emperyalistlerin hizmetçileri açığa çıkarılır ve halka açıklanır.
Emperyalistler küreselleşme dedikleri heyulaya dayanarak sınırların kaldırılmasından ya da açılmasından söz ederler; ancak gerçekleşen sadece zayıf toplumların sınırlarının açılmasıdır.
Emperyalistlerin çalışanlara ve mültecilere yönelik politikaları dikkate alındığında, merkezileşmekten ve yoğunlaşmaktan dolayı patlama noktasına gelen küresel sermayelerinin rahatlaması, yeni pazarlara ulaşması ve yeni alanlarda işlem görmesi için sınırların açılmasından söz ettikleri gün gibi ortaya çıkar. Dahası, kendi sınırlarını sıkı sıkıya kapatırken, sömürülen ülkelerin kamusal görevler dahil tüm çalışma alanlarını dahi kendilerine açmalarını talep etmeleri bu niyetlerini apaçık ortaya koyar. Dolayısıyla, Antiemperyalist program bu tür iki yüzlü uygulamaları tamamen ortadan kaldırmayı ve kurumların emperyalistlerin işgaline uğramasına izin vermemeyi öngörür.
Aynı şekilde, Emperyalizm yaşayabilmek amacıyla yeni sömürgeler elde etmek ve koloni hareketlerine girişmek durumundadır.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin sürekli tarım ve köylülük üzerinde durmaları ve kırsal nüfusu % 5’e düşürme planları toprakların emperyalistlerin eline geçmesini ve tarım alanlarının büyük sermayeye entegrasyonu amaçlar. Kuş gribi gibi hayali tehlikelerle, tohum yasası gibi düzenlemelerle, Dünya Bankası’nın tarımla uğraşan köylüleri hibe ve yardım adı altında üretmek yerine kendilerine bağımlı kılmaya çalışan politikalarıyla kırda yaşayan insanlar sefalete alıştırılmakta, topraklarını terk etmeye ve mülksüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu şekilde toprakların büyük bir kısmı işlenmez bir hale getirilmiştir ve ucuza satılacak durumdadır. O halde, Antiemperyalist program emperyalistlerin söylediğinin ve uyguladığının tam aksini yapmak durumundadır. Antiemperyalist program Türkiye’nin kolonileştirilmesinin önünü alır, tüm ülkede yerleşim ve yaşam koşullarını yeniden düzenler, kentlerde oluşan işsizlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşma, değersizleşme, suç, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı, intihar gibi patolojik olguların önüne geçmek amacıyla hiç zaman kaybetmeden tam istihdam politikası uygular. Bu amaçla tüm yurttaşların enerjilerini harekete geçirir ve çalışma hakkını içi boş bir söylem olmaktan çıkarıp uygulamaya koyar; bu anlayışla ormanları, nehirleri, madenleri, toprakları tüm halkın ortak kaynakları olarak dengeli bir biçimde değerlendirmeyi amaçlar.
Çağrımız Tüm Yurttaşlara,
Çağrımız tüm Yurtseverlere, Atatürkçülere, Sosyalistlere, Milliyetçilere, Muhafazakarlara, Sosyal Demokratlara, Liberallere, Anarşistlere, Feministlere,
Çağrımız Laiklere; Müslümanlara, Alevilere, Şiilere, Sünnilere, Hıristiyanlara, Yahudilere,
Çağrımız Kadınlara, Erkeklere, Gençlere, Yaşlılara,
Çağrımız İşçiye, İşsize, Memura, Esnafa, Üretene, Çalışana,
Çağrımız öğrenciye, öğretmene, akademisyene, meslek örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine, siyasal partilere, aydınlara, yazarlara,
Çağrımız Kentliye, Köylüye,
Çağrımız Tüm Antiemperyalistlere, Tüm ulusal güçlere .
Çağrımız Onurundan Başka Kaybedecek Bir Şeyi Olmayan Tüm Duyarlı İnsanlara,
Türkiye çok ciddî bir çaresizliğin içinde ve giderek derinleşen bir bunalımın eşiğindedir. Toplumu toplum yapan değerler her geçen gün yıpranmakta, ülkemiz hızla yoksulluğa, kutuplaşmaya, dağılma ve parçalanmaya doğru gitmektedir. Halbuki, herhangi bir toplumdan söz etmek için insanların biyolojik ve fiziksel varlığını sürdürmesi gerekir; dolayısıyla fiziksel ve coğrafi bir alana, diğer bir deyişle ülkeye ihtiyaç bulunur.
Bugün toplumu bir arada tutacak ve o toplumu oluşturan üyelerin bir arada insanca ve onurlu yaşam sürmesini sağlayacak düzenlemelere acil ihtiyaç duyuluyor. Mevcut koşullarda “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır/milletindir” ilkesinin tam anlamıyla teoriden pratiğe geçmesi olanaksız görünüyor.
Seçimlere az bir süre kala, ABD ve AB’nin desteğini kazanabilmek amacıyla her türlü taviz veriliyor; öte yandan yapay gerilimler ve tartışmalarla Türkiye derin bir uçuruma doğru itiliyor. Alternatif olarak sunulan veya sunulmaya hazırlanan sözde hareketler veya siyasi oluşumlar da meşruiyetlerini halkta değil, her zamanki gibi emperyalistlere dalkavuklukta görüyorlar.
Halbuki, karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar hepimizin sorunlarıdır, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yüzyıllardır tüm dünyanın ve bizlerin başına sardığı belalardır. Tüm sorunların üstesinden gelinebilir. İhtiyacımız olan tek şey kendimize ve birbirimize güvenmemiz, inanmamızdır. Unutmamalıyız ki, umutsuzluğa düşmemizi, toplumsal yaşamdan ve mücadeleden kendimizi tecrit etmemizi isteyenler bizlerin ortak yararını gözetenler değil, emperyalistlerdir. Yapmamız gereken tek şey, her birimizde varolan gücü ve enerjiyi bir araya getirmektir.
Yapmamız gereken ilk iş, her birimizin ortak sorunlar üzerinde, ortak çözümler üretebileceği bir zeminde ve ortak paydada buluşmaktır.
Böyle bir zeminde ortaya çıkacak doğrular hepimizin ortak doğruları, belirlenecek yollar hepimizin takip etmek isteyeceği yollar, üretilecek politikalar hepimizin onayını alan politikalar olacaktır. Unutmamalıyız ki, örgütlü hareket edemediğimiz takdirde emperyalistler ve işbirlikçileri aynı oyunlarını yeniden yeniden oynayacaklardır.
Bu ülke bizim, bu ülke hepimizin.
Eğer ki siyasetin ve toplumsal yaşamın amacı, filozofların bilgece ifade ettikleri gibi, yalnızca yaşamayı olanaklı kılmak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı kurmaksa, gelin el ele verelim. İçinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünyayı, hepimizin ortak katılımıyla, birlikte inşa edelim.
Yukarıdaki nedenler ve ilkeler doğrultusunda;
1. Halkın ortak yararını düşünen tüm siyasal partileri, sendikaları, ulusal ve yerel dernekleri, vakıfları, meslek kuruluşlarını, insiyatif ve platformları, ulusal ve yerel medyayı, internet öbeklerini ortak bir cephede buluşmaya,
2. Tüm duyarlı yurttaşları; her türlü meşru zeminde, üyesi bulundukları siyasal partilerde, sendikalarda, ulusal ve yerel derneklerde, vakıflarda, meslek kuruluşlarında, inisiyatif ve platformlarda, ulusal ve yerel medyada, internet öbeklerinde antiemperyalist bir ortak cephe bilincinin gelişmesine katkıda bulunmaya;
3. Tüm duyarlı yurttaşları; bireysel veya kolektif olarak her türlü meşru zeminde ulusal ve yerel düzeyde Türkiye’nin her bir köşesinde, her bir ilde, her bir ilçede, her bir kasaba ve köyde antiemperyalist bir cephenin kurulmasında veya gelişmesinde inisiyatif ve sorumluluk üstlenmeye;
Çağırıyorum.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin umutlarımızı ve geleceğimizi yok etmelerine izin vermeyelim.
ULUSAL DEMOKRATİK CEPHEYİ KURMAK İÇİN GÖREV BAŞINA
Yusuf UYGAN
6 Şubat 2009 Cuma
SOKAK ÇOCUKLARI
SOKAK ÇOCUKLARI
13.06.2007
"gökyüzü bembeyazdı
en güzel resimleri çizmek için
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Sokaklar çocukların "
Sokak çocukları olgusu birçok ülkede toplumsal bir sorundur. Aile içinde yaşanan şiddet, cinsel taciz ya da tecavüz, yoksulluk, göç ve savaşların bir sonucudur sokak çocukları . Sokakta çalışan çocuklar, çocukların yaşadığı şiddet olgusunun değişik boyutlarda ifadesidir. Dünyada 100 milyon civarında terkedilmiş ya da evden kaçmış sokak çocuğu olduğu tahmin ediliyor.
Türkiye de yoksulluk, göç, aile parçalanması, sevgisizlik gibi çeşitli nedenlerle İstanbul, Urfa, Adana, Antep, İzmir, Eskişehir gibi bir çok kentte binlerce çocuk sokaklarda tiner ve bally kokuları eşliğinde bedensel ve ruhsal ölüme yolculuk yapmaktadır.
Her tür şiddet var sokakta. Dayak, yaralanma ölüm tecavüz, aşağılanma, kışın soğuk havanın acımasızlığı ve çocukların peşini bırakmayan polis. Şiddet hem kendi içlerinde var hem de insanlardan daha da önemlisi devletten gelmektedir. Birde kendilerine yönelik kendilerinden şiddet var ki kendini jiletlemek gibi.
Sokak çocuklarının kendi yaşam kuralları var. İhanet ve ispiyonculuk en ağır cezaya maruz kalmaktadır.
Diyelim ki üç kişi hırsızlığa çıktı içlerinden birisi yakalandı diğerlerini ele verirse ya o çocuk ölecek ya da bölge dışına çıkarılıcaktir. Küfretmek yasaktır birisi küfrederse örneğin anaya küfrettiyse on sopa atarlar. Kendi arkadaşlarının cebinden para çalmak yasak. Dışarıda hırsızlık var, ancak gereksinimleri kadar hırsızlık yaparlar. On kişiyse kaldıkları komün yaşamındaki arkadaşları on süt, on ekmek gibi ...
Metropol kentlerde alt geçitlerde, lokantaların ızgara üstlerinde, bankaların bankamatik bölümlerinde kalıyorlar. Kadıköy, Eminönü, Bakırköy, Bostancı gibi yerlerde gruplar halinde yaşıyorlar. Sokaklardaki tehlikelere karşı birlikte korunuyorlar. En iyi korunma araçları tiner ve bıçaktır." Tecavüz, dayak gibi şeyler var sokaklarda Karakola gitsen seni suçluyorlar bu nedenle sokaklarda kendimizi korumak için yöntemler geliştiriyoruz. Bize saldıranların gözüne tiner serptiğinde saldırgan acıdan kıvranırken bize de kaçma fırsatı doğuyor."
Vijdan, kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıya varmaya iten duygudur. Sokak çocuklarını anne ve babaları dışarı atarlar veya evden kovarlar. Bunu yaparken hiç vijdanları sızlamaz mı?
Bu sadece anne ve babaların suçu değil. Eğer devlet onlara zamanında yardım etseydi, şimdiki sokak çocukları , tinerci çocuklar diye birşey olmayacaktı. Türkiye’ye Habitatlar gelince sokak çocuklarını görünmesinler göz önünde diye topladılar. Habitat gidince gene sokağa döktüler. Onlar için bir yurt açsalar, insanlar da maddi-manevi destekte bulunsalar bu çocuklar başı boş kalmaz, kimseye zarar vermez.
Umut Çocukları
UMUT ÇOCUKLARI
Soğanla zeytin, ekmek yediler
sonra baktılar gözlerine
esnediler
gökyüzü bembeyazdı
en güzel resimleri çizmek için
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Sokaklar çocukların
Yorganları siyah geceler
Isıtırlar birbirlerine sokularak
Beklerler deniz yıldızlarının kurtarıcılarını
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Yusuf Uygan
13.06.2007
"gökyüzü bembeyazdı
en güzel resimleri çizmek için
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Sokaklar çocukların "
Sokak çocukları olgusu birçok ülkede toplumsal bir sorundur. Aile içinde yaşanan şiddet, cinsel taciz ya da tecavüz, yoksulluk, göç ve savaşların bir sonucudur sokak çocukları . Sokakta çalışan çocuklar, çocukların yaşadığı şiddet olgusunun değişik boyutlarda ifadesidir. Dünyada 100 milyon civarında terkedilmiş ya da evden kaçmış sokak çocuğu olduğu tahmin ediliyor.
Türkiye de yoksulluk, göç, aile parçalanması, sevgisizlik gibi çeşitli nedenlerle İstanbul, Urfa, Adana, Antep, İzmir, Eskişehir gibi bir çok kentte binlerce çocuk sokaklarda tiner ve bally kokuları eşliğinde bedensel ve ruhsal ölüme yolculuk yapmaktadır.
Her tür şiddet var sokakta. Dayak, yaralanma ölüm tecavüz, aşağılanma, kışın soğuk havanın acımasızlığı ve çocukların peşini bırakmayan polis. Şiddet hem kendi içlerinde var hem de insanlardan daha da önemlisi devletten gelmektedir. Birde kendilerine yönelik kendilerinden şiddet var ki kendini jiletlemek gibi.
Sokak çocuklarının kendi yaşam kuralları var. İhanet ve ispiyonculuk en ağır cezaya maruz kalmaktadır.
Diyelim ki üç kişi hırsızlığa çıktı içlerinden birisi yakalandı diğerlerini ele verirse ya o çocuk ölecek ya da bölge dışına çıkarılıcaktir. Küfretmek yasaktır birisi küfrederse örneğin anaya küfrettiyse on sopa atarlar. Kendi arkadaşlarının cebinden para çalmak yasak. Dışarıda hırsızlık var, ancak gereksinimleri kadar hırsızlık yaparlar. On kişiyse kaldıkları komün yaşamındaki arkadaşları on süt, on ekmek gibi ...
Metropol kentlerde alt geçitlerde, lokantaların ızgara üstlerinde, bankaların bankamatik bölümlerinde kalıyorlar. Kadıköy, Eminönü, Bakırköy, Bostancı gibi yerlerde gruplar halinde yaşıyorlar. Sokaklardaki tehlikelere karşı birlikte korunuyorlar. En iyi korunma araçları tiner ve bıçaktır." Tecavüz, dayak gibi şeyler var sokaklarda Karakola gitsen seni suçluyorlar bu nedenle sokaklarda kendimizi korumak için yöntemler geliştiriyoruz. Bize saldıranların gözüne tiner serptiğinde saldırgan acıdan kıvranırken bize de kaçma fırsatı doğuyor."
Vijdan, kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıya varmaya iten duygudur. Sokak çocuklarını anne ve babaları dışarı atarlar veya evden kovarlar. Bunu yaparken hiç vijdanları sızlamaz mı?
Bu sadece anne ve babaların suçu değil. Eğer devlet onlara zamanında yardım etseydi, şimdiki sokak çocukları , tinerci çocuklar diye birşey olmayacaktı. Türkiye’ye Habitatlar gelince sokak çocuklarını görünmesinler göz önünde diye topladılar. Habitat gidince gene sokağa döktüler. Onlar için bir yurt açsalar, insanlar da maddi-manevi destekte bulunsalar bu çocuklar başı boş kalmaz, kimseye zarar vermez.
Umut Çocukları
UMUT ÇOCUKLARI
Soğanla zeytin, ekmek yediler
sonra baktılar gözlerine
esnediler
gökyüzü bembeyazdı
en güzel resimleri çizmek için
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Sokaklar çocukların
Yorganları siyah geceler
Isıtırlar birbirlerine sokularak
Beklerler deniz yıldızlarının kurtarıcılarını
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Yusuf Uygan
KENTLERİ SAYDAM YÖNETİCİLER YÖNETMELİ
KENTLERİ SAYDAM YÖNETİCİLER YÖNETMELİ
“Dünyadaki bütün insanlar, biri dışında aynı fikirde ve o tek kişi karşı fikirde olsa, o tek kişinin iktidar sahibi olup tüm insanları susturma hakkı ne kadar yoksa, tüm insanların o tek kişiyi susturma hakkı da aynı derecede yoktur.”
john stuart mill
Toplum arasında kullanılan en yaygın klişelerden biri, ‘Şu hırsızlar, yolsuzlar olmasaydı bu devlet bu hale gelmezdi’ cümlesidir. Kahvehane sohbetlerinden ev ziyaretlerine kadar, zaman zaman birçok toplantıda hatta siyasi parti merkezlerinde bile konuşulan konu, siyaset ve bürokrasi adamlarının ‘neyi ne kadar götürdüğü’ ile ilgilidir. Bu konuşulanlar aklımıza ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz ‘ atasözünü getirmektedir. Yerel siyasi organizasyonlarda da kimi zaman benzer olaylara rastlanmaktadır.
Transparency International (Uluslararası Saydamlık), 1996 tarihli kaynak kitabında yolsuzluğun tanımı "siyasetçi ya da devlet memuru olsun, kamu görevi yapan kişilerin, kendilerine emanet edilmiş kamusal yetkiyi kötüye kullanarak kendilerini ya da kendilerine yakın olan kişileri yasadışı biçimde zenginleştirmeleri" yapılmıştır. Dünya Bankası IMF’nin "yolsuzluk" tanımı da genel olarak "kamu görevinin özel kazanç sağlamak için kötüye kullanılması" şeklinde tanımlanmıştır.
Toplumlarda etik dışı davranışların kaynakları ;
*Tarihten gelen nedenler,
*Kültürel yapıdan gelen nedenler
*Siyasal yapıdan gelen nedenler
*Ekonomik yapıdan gelen nedenler
*Hukuksal yapıdan gelen nedenler
*Bürokratik yapıdan gelen nedenler
*Toplumsal yapıdan gelen nedenler olarak sıralanmıştır.
Yerel yönetimlerde ortaya çıkan siyasal ve kamusal hastalıkların temelinde eğitimsizliğin yaygın oluşu, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin, saydamlığın, etkin denetimin, etkili yasaların olmayışı yatmaktadır.
Kentleri yönetmek için yerel yönetimlere, Belediye meclislerine ve il genel meclislerine aday olanların çoğunluğu eğitimsiz parmak hesabında etkili olacak kişilerden oluşmaktadır. Meslekleri, yetenekleri, proje üretkenlikleri önemli değildir. Kentesel rantiyenin paylaşılmasında toplum katmanlarının fayda sağlaması yerine bireysel çıkarları ön planda tutanlar 2009 Yerel Seçimler için hesaplarını yapmaktadırlar. Bu tür düşünce ve davranış içinde olanların önüne etkili yöntem olarak kentlerde yönetim sürecine katılımı arttırmak, sivil insiyatiflerin karar, yetki ve söz yöntemleri geliştirmek gerekir.
Siyasi ahlak Toplumun sahip olduğu inanç, gelenek vb. değerlerin yanında kanuni düzenlemeler ve uluslararası bağlayıcı belgeler siyaset ve yönetimde etik değerlerin ne olduğunu, hangi davranış biçimlerinin ahlaki ve yasal olduğunu çerçevesini ortak payda olarak belirlemelidir. Günümüzde uluslararası alanda ortak etik davranış ilkeleri şunlardır: tarafsızlık, hukukilik, dürüstlük, bütünlük, liyakat, nesnellik, sadakat, saydamlık, hesap verebilirlik, profesyonellik, eşitlik, süreklilik, saygınlık ve güvendir. Her toplumun yukarıda ifade edilen inanç, gelenek ve değerlerine göre oluşmuş yazılı ve yazılı olmayan ahlaki normları bulunmaktadır. Uluslar arası alanda etik değerlere karşı etik dışı olarak kabul edilen, yönetsel ve siyasal yaşamımızı kirleten, yozlaştıran tersi davranışların ne olduğunu irdelemek gerek, her birini doğru tanımlayarak bu konuda bir önleyici bilincin oluşturulması gerekecektir. Sivil örgütlenmelerle bu olumsuzluklar aşılabilir düşüncesini taşıyorum.
Yusuf UYGAN
“Dünyadaki bütün insanlar, biri dışında aynı fikirde ve o tek kişi karşı fikirde olsa, o tek kişinin iktidar sahibi olup tüm insanları susturma hakkı ne kadar yoksa, tüm insanların o tek kişiyi susturma hakkı da aynı derecede yoktur.”
john stuart mill
Toplum arasında kullanılan en yaygın klişelerden biri, ‘Şu hırsızlar, yolsuzlar olmasaydı bu devlet bu hale gelmezdi’ cümlesidir. Kahvehane sohbetlerinden ev ziyaretlerine kadar, zaman zaman birçok toplantıda hatta siyasi parti merkezlerinde bile konuşulan konu, siyaset ve bürokrasi adamlarının ‘neyi ne kadar götürdüğü’ ile ilgilidir. Bu konuşulanlar aklımıza ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz ‘ atasözünü getirmektedir. Yerel siyasi organizasyonlarda da kimi zaman benzer olaylara rastlanmaktadır.
Transparency International (Uluslararası Saydamlık), 1996 tarihli kaynak kitabında yolsuzluğun tanımı "siyasetçi ya da devlet memuru olsun, kamu görevi yapan kişilerin, kendilerine emanet edilmiş kamusal yetkiyi kötüye kullanarak kendilerini ya da kendilerine yakın olan kişileri yasadışı biçimde zenginleştirmeleri" yapılmıştır. Dünya Bankası IMF’nin "yolsuzluk" tanımı da genel olarak "kamu görevinin özel kazanç sağlamak için kötüye kullanılması" şeklinde tanımlanmıştır.
Toplumlarda etik dışı davranışların kaynakları ;
*Tarihten gelen nedenler,
*Kültürel yapıdan gelen nedenler
*Siyasal yapıdan gelen nedenler
*Ekonomik yapıdan gelen nedenler
*Hukuksal yapıdan gelen nedenler
*Bürokratik yapıdan gelen nedenler
*Toplumsal yapıdan gelen nedenler olarak sıralanmıştır.
Yerel yönetimlerde ortaya çıkan siyasal ve kamusal hastalıkların temelinde eğitimsizliğin yaygın oluşu, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin, saydamlığın, etkin denetimin, etkili yasaların olmayışı yatmaktadır.
Kentleri yönetmek için yerel yönetimlere, Belediye meclislerine ve il genel meclislerine aday olanların çoğunluğu eğitimsiz parmak hesabında etkili olacak kişilerden oluşmaktadır. Meslekleri, yetenekleri, proje üretkenlikleri önemli değildir. Kentesel rantiyenin paylaşılmasında toplum katmanlarının fayda sağlaması yerine bireysel çıkarları ön planda tutanlar 2009 Yerel Seçimler için hesaplarını yapmaktadırlar. Bu tür düşünce ve davranış içinde olanların önüne etkili yöntem olarak kentlerde yönetim sürecine katılımı arttırmak, sivil insiyatiflerin karar, yetki ve söz yöntemleri geliştirmek gerekir.
Siyasi ahlak Toplumun sahip olduğu inanç, gelenek vb. değerlerin yanında kanuni düzenlemeler ve uluslararası bağlayıcı belgeler siyaset ve yönetimde etik değerlerin ne olduğunu, hangi davranış biçimlerinin ahlaki ve yasal olduğunu çerçevesini ortak payda olarak belirlemelidir. Günümüzde uluslararası alanda ortak etik davranış ilkeleri şunlardır: tarafsızlık, hukukilik, dürüstlük, bütünlük, liyakat, nesnellik, sadakat, saydamlık, hesap verebilirlik, profesyonellik, eşitlik, süreklilik, saygınlık ve güvendir. Her toplumun yukarıda ifade edilen inanç, gelenek ve değerlerine göre oluşmuş yazılı ve yazılı olmayan ahlaki normları bulunmaktadır. Uluslar arası alanda etik değerlere karşı etik dışı olarak kabul edilen, yönetsel ve siyasal yaşamımızı kirleten, yozlaştıran tersi davranışların ne olduğunu irdelemek gerek, her birini doğru tanımlayarak bu konuda bir önleyici bilincin oluşturulması gerekecektir. Sivil örgütlenmelerle bu olumsuzluklar aşılabilir düşüncesini taşıyorum.
Yusuf UYGAN
SOSYAL DEMOKRATLARA UYARI ve HATIRLATMA - Yusuf UYGAN
SOSYAL DEMOKRATLARA UYARI ve HATIRLATMA - Yusuf UYGAN
22.12.2008
“Ben gelmedim kavga için
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim”
YUNUSEMRE
YEREL SEÇİMLERDE
SANDIK KURULLARININ ÖNEMİ
Yerel seçimlere üç ay kaldı; AKP'nin hedefi sosyal demokrat belediyeleri almak; İzmir, Eskişehir, Kadıköy ve Çankaya listenin ilk sıralarında. AKP ne yapıp edip seçimlerde hedeflediği belediyeleri almak için her türlü organizasyonu yapabilecek iktidar avantajına sahiptir. Sandık kurullarının oluşumunda kendine yakın kadrolara sandık başkanlığı görevini verecek izlemini oluşturmaktadır. Üstelik sandık kurullarının oluşturulması ile ilgili yasanında gereğini yapacaklardır.
Seçimler sandık da kazanılır. Bir Eskişehir’li olarak yerel seçimlerde Kentimizi Avrupanın Çağdaş yüzü yapan Sayın Yılmaz Büyükerşen’i başarılı iki dönem başkanlığından sonra tekrar adaylığı konusunda uyarmak istiyorum. Eskişehir’li sizi tercih edecek, size oy atacak ancak sandıktan çıkamayabilirsiniz. Sandık kurullarında oylara sahip çıkacak resmi kurul üyeliği son derece önemlidir. Birlikte yaşadığımız 2004 yerel seçimleri deneyimi var. Büyükşehir Belediye başkanlığını kazandınız alt belediyeleri sandıklarda oylara yeterince sahip çıkılamadığı için kazanamadınız. Önemli projeleriniz AKP’li belediye meclis üyeleri tarafından engellendi. Yaşanan deneyimler yeni hataları yaşamamıza engel olmalı diye düşünüyorum. Bu görüşümü Ülke genelindeki adaylarında göz önünde bulundurmaları gerektiğine inanıyorum.
SANDIK KURULU ÜYELİKLERİ:
Madde 23 - (Değişik madde: 17/05/1979 - 2234/1 md.)
Sandık kurulu üyelikleri aşağıdaki şekilde belli edilir:
İlçe seçim kurulu başkanı, o seçim çevresinde seçime katılan ve ilçede teşkilatı bulunan siyasi partilerden, son milletvekili genel seçiminde o ilçede en çok oy almış olan beş partiye, her sandık için birer asıl ve birer yedek üye adını beş gün içinde bildirmelerini tebliğ eder.
Bu yoldan tespit edilen sandık kurulu üye sayısı beşten az olduğu takdirde, eksik kalan üyelikler, aynı şartları taşıyan diğer siyasi partilerden, aldıkları oyların büyüklük sırasına göre, aynı usulle tamamlanır.
Oylarda eşitlik halinde ad çekilir.
Yukarıdaki hükümlerin uygulanmasına rağmen beş asıl ve beş yedek üyenin tümü belirlenemediği takdirde, o ilçede seçime katılan ve teşkilatı bulunan diğer siyasi partiler arasında ad çekilir. Ad çekmedeki sıraya göre, adı çıkan, eksik üyelik sayısı kadar siyasi partinin yukarıda yazılan usulle bildireceği kimseler, sandık kurulu üyesi olur.
Yukarıdaki sandık kurullarının oluşumu ile ilgili yasa maddesine göre 22 temmuz 2007 seçim sonuçlarına göre AKP,CHP,MHP,DP,GENÇ PARTİ sandık kurullarında üye bulundurma hakkına sahiptir. Seçimlerde AKP’nin hedeflediği belediyeleri ve şu an sosyal demokratların elinde bulunan belediye başkanlıklarını tekrar kazanmanın yolu adayları sandık kurullarında üye bulundurma hakkı bulunan CHP’de “aynı yönde akan dereleri birleştirmek”ten geçtiğine inanıyorum. Önümüzdeki süreçte yıpratıcı tartışmaların sona ermesi ve bu partilerin tavanda olmasa bile, tabanda güçbirliği yapabilmesi için bazı sağlıklı adımların atılması zorunludur. 2009 yerel seçimlere dönük sosyal demokrat partiler ve adaylar arasında dayanışma ortamı doğmuştur. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Karayalçın’ı aday gösterme kararı “ Aynı yönde akan derelerin birleştirilmesi” konusunda atılan önemli bir adım olarak görüyorum. Bu kararın ülke genelinde adayların belirlenirken de göz önüne alınacağını gösteriyor.
Seçmen düzeyinde güçbirliği için yerel seçimlere giderken ortaya çoğulcu, katılımcı ve saydamlığı önemseyen bir bakış açısını ortaya koyabilmektir. Bu açıdan CHP toplumun önüne alışılmış üst yapı tartışmaları ve gerginlik politikaları yerine, yerelde işbirliği ortamını yaratmak için yeni stratejileri belirlediğini gösteriyor. Yenileşme, yeni insanlara ve iddialara fırsat verme ve yeni umutlarla AKP’yle sandıklarda hesaplaşma fırsatı ortaya çıkmıştır.
Çankaya Belediye Eski Başkanı Doğan Taşdelen yaptığı yazılı açıklamada, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın'ın başlattığı "birliktelik" sürecine katkı sunacağını ifade etti.
Sayın Doğan Taşdelen 1999 Seçimlerinde DSP’den adaylığı sonucu Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı Sosyal demokratların kaybetmesine neden olması nedeniyle Eskişehir’de katıldığı bir panelde özeleştiride bulunurak Ankara halkından ve o dönemdeki aday Sayın Murat Karayalçın’dan özür dilemiştir.
Yaşanılmış olanı aktarmak ve tarihe not düşmek adına bu satırları yazmak istedim.
Aynı senaryo 1994-1999-2004 Yerel Seçimlerinde yaşandı. Önümüzdeki yerel seçimleri sosyal demokratların kazanmaları için bu yaşanmışlardan ders çıkarmaları zorunludur.
Solun yerel seçimlerde tek adayla çıkmasını ve sandıklarda resmi sandık görevlisi bulundurma hakkı olan CHP’den gösterilecek adaylarla seçimlere girilmesini gerektiren somut bir durumla karşı kaşıyayız. Sorunları çözmek için duygusal yaklaşımlar, yerel seçimleri partilerinin oy yüzdelerini yükseltme aracı olarak görme yerine somut çözümleri üretmeleri gerekir. Seçimler sandıklara atılan oylarla değil atılan oyların seçim tutanaklarına ve birleştirme tutanaklarına ve de seçim sonuçlarına yansıtılıncaya kadar seçmenin verdiği oylara sahip çıkmak sürecidir. Geçmişten herkes ders çıkarmalıdır.
Yeni bölünmelerin önüne geçmek için elimizden geleni yapmak zorundayız. Oysa sorunun çözümü burada değildir; adres tek adayda uzlaşma ve tek ortak adayla seçime gitme iradesini göstermesi gereken partilerdir; anlaşma daha aday belirleme aşamasında partiler arasında olmalıdır.
Bu uzlaşma tüm ülke ve seçim bölgelerinde sağlanmalı; yerel seçime belediyelerde tek adayla girilmelidir. Bu uzlaşma umuttur. Bu işbirliği, tüm sosyal demokrat toplum kuruluşlarının da katılımıyla önümüzdeki yerel seçimlerde sağlanmalı; sol tüm belediyelere tek ve ortak aday çıkarmalıdır. Kişisel talepler, yarış ve adaylık hesapları bitmelidir. Genel başkanlar ve parti üst yönetimleri bu işbirliğini sağlamalı, konuya kurumsal yaklaşarak partiler arası mutabakatı oluşturmalıdır. Son dönemde yaşanan gelişmeler ve Türkiye'nin AKP ile geldiği tehlikeli süreç artık çözümü kaçınılmaz kılmıştır. Önümüzdeki seçimlere sosyal demokratlar, sol tek aday ve tek belediye meclis listesiyle girmelidir. AKP'ye belediyeleri kaptırmamanın ve yeni belediyeleri kazanmanın tek yolu budur
Bilindiği gibi son genel seçimde CHP ve DSP arasında özlenen işbirliği yapıldı ve 13 DSP Milletvekili CHP listesinden seçildi.
Önümüzdeki seçimlere sol tek aday ve tek belediye meclis listesiyle girmelidir. Sandık kurullarında resmi üye hakkı bulunan parti listelerinde buluşmanın sağlanması AKP'ye belediyeleri kaptırmamanın ve yeni belediyeleri kazanmanın yoludur..
Yusuf UYGAN
Grafiker
Not: 11.05.2007 tarihinde 22 temmuz seçimleri için kaleme aldığım "Aynı yönde akan derelerin birleşip çayları, akarsuları, denizleri, okyanusları oluşturmasını sağlamak için" Yazımı okumanızı dilerim
Yusuf UYGAN
© Copyright Solbirlik.org
22.12.2008
“Ben gelmedim kavga için
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim”
YUNUSEMRE
YEREL SEÇİMLERDE
SANDIK KURULLARININ ÖNEMİ
Yerel seçimlere üç ay kaldı; AKP'nin hedefi sosyal demokrat belediyeleri almak; İzmir, Eskişehir, Kadıköy ve Çankaya listenin ilk sıralarında. AKP ne yapıp edip seçimlerde hedeflediği belediyeleri almak için her türlü organizasyonu yapabilecek iktidar avantajına sahiptir. Sandık kurullarının oluşumunda kendine yakın kadrolara sandık başkanlığı görevini verecek izlemini oluşturmaktadır. Üstelik sandık kurullarının oluşturulması ile ilgili yasanında gereğini yapacaklardır.
Seçimler sandık da kazanılır. Bir Eskişehir’li olarak yerel seçimlerde Kentimizi Avrupanın Çağdaş yüzü yapan Sayın Yılmaz Büyükerşen’i başarılı iki dönem başkanlığından sonra tekrar adaylığı konusunda uyarmak istiyorum. Eskişehir’li sizi tercih edecek, size oy atacak ancak sandıktan çıkamayabilirsiniz. Sandık kurullarında oylara sahip çıkacak resmi kurul üyeliği son derece önemlidir. Birlikte yaşadığımız 2004 yerel seçimleri deneyimi var. Büyükşehir Belediye başkanlığını kazandınız alt belediyeleri sandıklarda oylara yeterince sahip çıkılamadığı için kazanamadınız. Önemli projeleriniz AKP’li belediye meclis üyeleri tarafından engellendi. Yaşanan deneyimler yeni hataları yaşamamıza engel olmalı diye düşünüyorum. Bu görüşümü Ülke genelindeki adaylarında göz önünde bulundurmaları gerektiğine inanıyorum.
SANDIK KURULU ÜYELİKLERİ:
Madde 23 - (Değişik madde: 17/05/1979 - 2234/1 md.)
Sandık kurulu üyelikleri aşağıdaki şekilde belli edilir:
İlçe seçim kurulu başkanı, o seçim çevresinde seçime katılan ve ilçede teşkilatı bulunan siyasi partilerden, son milletvekili genel seçiminde o ilçede en çok oy almış olan beş partiye, her sandık için birer asıl ve birer yedek üye adını beş gün içinde bildirmelerini tebliğ eder.
Bu yoldan tespit edilen sandık kurulu üye sayısı beşten az olduğu takdirde, eksik kalan üyelikler, aynı şartları taşıyan diğer siyasi partilerden, aldıkları oyların büyüklük sırasına göre, aynı usulle tamamlanır.
Oylarda eşitlik halinde ad çekilir.
Yukarıdaki hükümlerin uygulanmasına rağmen beş asıl ve beş yedek üyenin tümü belirlenemediği takdirde, o ilçede seçime katılan ve teşkilatı bulunan diğer siyasi partiler arasında ad çekilir. Ad çekmedeki sıraya göre, adı çıkan, eksik üyelik sayısı kadar siyasi partinin yukarıda yazılan usulle bildireceği kimseler, sandık kurulu üyesi olur.
Yukarıdaki sandık kurullarının oluşumu ile ilgili yasa maddesine göre 22 temmuz 2007 seçim sonuçlarına göre AKP,CHP,MHP,DP,GENÇ PARTİ sandık kurullarında üye bulundurma hakkına sahiptir. Seçimlerde AKP’nin hedeflediği belediyeleri ve şu an sosyal demokratların elinde bulunan belediye başkanlıklarını tekrar kazanmanın yolu adayları sandık kurullarında üye bulundurma hakkı bulunan CHP’de “aynı yönde akan dereleri birleştirmek”ten geçtiğine inanıyorum. Önümüzdeki süreçte yıpratıcı tartışmaların sona ermesi ve bu partilerin tavanda olmasa bile, tabanda güçbirliği yapabilmesi için bazı sağlıklı adımların atılması zorunludur. 2009 yerel seçimlere dönük sosyal demokrat partiler ve adaylar arasında dayanışma ortamı doğmuştur. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Karayalçın’ı aday gösterme kararı “ Aynı yönde akan derelerin birleştirilmesi” konusunda atılan önemli bir adım olarak görüyorum. Bu kararın ülke genelinde adayların belirlenirken de göz önüne alınacağını gösteriyor.
Seçmen düzeyinde güçbirliği için yerel seçimlere giderken ortaya çoğulcu, katılımcı ve saydamlığı önemseyen bir bakış açısını ortaya koyabilmektir. Bu açıdan CHP toplumun önüne alışılmış üst yapı tartışmaları ve gerginlik politikaları yerine, yerelde işbirliği ortamını yaratmak için yeni stratejileri belirlediğini gösteriyor. Yenileşme, yeni insanlara ve iddialara fırsat verme ve yeni umutlarla AKP’yle sandıklarda hesaplaşma fırsatı ortaya çıkmıştır.
Çankaya Belediye Eski Başkanı Doğan Taşdelen yaptığı yazılı açıklamada, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın'ın başlattığı "birliktelik" sürecine katkı sunacağını ifade etti.
Sayın Doğan Taşdelen 1999 Seçimlerinde DSP’den adaylığı sonucu Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı Sosyal demokratların kaybetmesine neden olması nedeniyle Eskişehir’de katıldığı bir panelde özeleştiride bulunurak Ankara halkından ve o dönemdeki aday Sayın Murat Karayalçın’dan özür dilemiştir.
Yaşanılmış olanı aktarmak ve tarihe not düşmek adına bu satırları yazmak istedim.
Aynı senaryo 1994-1999-2004 Yerel Seçimlerinde yaşandı. Önümüzdeki yerel seçimleri sosyal demokratların kazanmaları için bu yaşanmışlardan ders çıkarmaları zorunludur.
Solun yerel seçimlerde tek adayla çıkmasını ve sandıklarda resmi sandık görevlisi bulundurma hakkı olan CHP’den gösterilecek adaylarla seçimlere girilmesini gerektiren somut bir durumla karşı kaşıyayız. Sorunları çözmek için duygusal yaklaşımlar, yerel seçimleri partilerinin oy yüzdelerini yükseltme aracı olarak görme yerine somut çözümleri üretmeleri gerekir. Seçimler sandıklara atılan oylarla değil atılan oyların seçim tutanaklarına ve birleştirme tutanaklarına ve de seçim sonuçlarına yansıtılıncaya kadar seçmenin verdiği oylara sahip çıkmak sürecidir. Geçmişten herkes ders çıkarmalıdır.
Yeni bölünmelerin önüne geçmek için elimizden geleni yapmak zorundayız. Oysa sorunun çözümü burada değildir; adres tek adayda uzlaşma ve tek ortak adayla seçime gitme iradesini göstermesi gereken partilerdir; anlaşma daha aday belirleme aşamasında partiler arasında olmalıdır.
Bu uzlaşma tüm ülke ve seçim bölgelerinde sağlanmalı; yerel seçime belediyelerde tek adayla girilmelidir. Bu uzlaşma umuttur. Bu işbirliği, tüm sosyal demokrat toplum kuruluşlarının da katılımıyla önümüzdeki yerel seçimlerde sağlanmalı; sol tüm belediyelere tek ve ortak aday çıkarmalıdır. Kişisel talepler, yarış ve adaylık hesapları bitmelidir. Genel başkanlar ve parti üst yönetimleri bu işbirliğini sağlamalı, konuya kurumsal yaklaşarak partiler arası mutabakatı oluşturmalıdır. Son dönemde yaşanan gelişmeler ve Türkiye'nin AKP ile geldiği tehlikeli süreç artık çözümü kaçınılmaz kılmıştır. Önümüzdeki seçimlere sosyal demokratlar, sol tek aday ve tek belediye meclis listesiyle girmelidir. AKP'ye belediyeleri kaptırmamanın ve yeni belediyeleri kazanmanın tek yolu budur
Bilindiği gibi son genel seçimde CHP ve DSP arasında özlenen işbirliği yapıldı ve 13 DSP Milletvekili CHP listesinden seçildi.
Önümüzdeki seçimlere sol tek aday ve tek belediye meclis listesiyle girmelidir. Sandık kurullarında resmi üye hakkı bulunan parti listelerinde buluşmanın sağlanması AKP'ye belediyeleri kaptırmamanın ve yeni belediyeleri kazanmanın yoludur..
Yusuf UYGAN
Grafiker
Not: 11.05.2007 tarihinde 22 temmuz seçimleri için kaleme aldığım "Aynı yönde akan derelerin birleşip çayları, akarsuları, denizleri, okyanusları oluşturmasını sağlamak için" Yazımı okumanızı dilerim
Yusuf UYGAN
© Copyright Solbirlik.org
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)