7 Ocak 2009 Çarşamba

DERYAYA YOL BULMAYA KUDRETİN VARKEN NEDEN ÇİĞ TANESİ PEŞİNDESİN? Yusuf UYGAN

24.05.2007



“...bütün öngörüler yanılır. Bu, insana bahşedilmiş çok nadir kesin bilgilerden biridir. Ama Öngörüler, gelecek hakkında yanılsa da kendilerini dile getirenler hakkında doğruyu söyler, onların şimdiki zamanlarını, nasıl yaşadıklarını anlamak için en iyi anahtardır...”

‘BİLMEMEK’
Milan Kundera

Devlet nedir? Devlete niçin gerek vardır? Devletin ekonomide üstlenmesi gereken rol ve fonksiyonlar neler olmalıdır? Piyasa, etkinlik açısından devletten daha mı başarılıdır? Piyasanın başarısız olduğu anlar nelerdir? Devletin ekonomiye müdahalesi piyasa başarsızlıklarını ne ölçüde ortadan kaldırabilir? Devlete müdahaleleri sonucunda ortaya çıkan sorunlar nelerdir? Devlet niçin sürekli büyümektedir? Devletin büyümesinin sonuçları ve etkileri nelerdir? Devletin başarısızlıklar, devlet müdahalelerinin kaçınılmaz bir sonucu mudur? Devletin güç ve yetkileri niçin sınırlandırılmalıdır?
"İdeal devlet nedir? nasıl olmalıdır?" sorusuna yüzyıllardır cevap aranıyor. İdeal devlet arayışının en azından ilk çağda yaşamış Sokrat ve öğrencisi Eflatun'la başladığını ve bunca yüzyıl tüm hararetiyle devam ettiğini biliyoruz. Eflatun, "Devlet" adını taşıyan kitabında ideal devleti ve ideal siyasal yönetim biçimini araştırır, Eflatun'u takiben ilk çağda Aristo; orta çağda Thomas d'Aquino, İbni Haldun, Ciceren ; modern çağda ise Niccolo Machiavelli, Thomas Hobbes, Jean Bodin, John Locke, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Adam Smith, David Hume gibi büyük filozoflar hep ideal devletin ne olduğunu ortaya koymaya çalışmışlardır. Filozofların düşüncelerine dayalı olarak siyasi ve iktisadi doktrinler de ideal devlet arayışı içerisinde olmuşlardır. Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm devleti kutsallaştırmışken, anarşizm ve lîbertarianîzm gibi akımlar birey özgürlüklerini ihlal ettiği için devlete tamamen karşı olmuşlar ve hatta devletin tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuşlardır.

Değişim çağında ayakta kalabilmenin, yaşayabilmenin, yükselebilmenin ve yüksek performası sürdürebilmenin sırları "bilgi", "kalite", "strateji", "sinerji", "insan kaynakları", "sürekli öğrenme", "sürekli gelişme" (kaizen) gibi kavramlarda saklıdır. Ve tüm bunlarla birlikte değişim çağında değişimin nasıl yönetilebileceğini öğrenmek gereklidir.
Değişim çağında tüm organizasyonların başta "değişim yönetimi" olmak üzere, "stratejik yönetim", "bilgi yönetimi", "toplam kalite yönetimi", "sinerjik yönetim" ve "insan yönetimi" gibi yeni yönetim tekniklerini öğrenmeleri ve kararlılıkla uygulamaları ...

Dünya çok önemli bir değişim süreci içerisinde bulunuyor. Ekonomiden siyasete; devlet yönetiminden şirket yönetimine; değerlerden inançlara kadar her şey ama her şey değişiyor. Bilim ve teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. "Bilgi Çağı" adı verilen bir yeni dönem içerisinde bulunuyoruz. Tüm dünyada modern toplumdan post-modern topluma geçiş yönünde yeni ilkeler benimseniyor ve yeni yükselen değerler toplumları geleneksel değerlerden kopmaya ve değişime zorluyor. Dünyada bilişim teknolojisi alanındaki gelişmeler ve sibernetik devrim ülkeleri, diğer toplumlar gelişmelerden etkileniyor.


İnsan doğası itibariyle özgür yaratılmıştır. Ancak insan, eylemlerinde ve davranışlarında sınırsız bir özgürlüğe sahip olamaz. Özgürlüklerin, başkalarının hakları ve özgürlüklerini ihlal etmeyecek bir şekilde kullanılması gerekir.


İnsanların doğal yaşama döneminden çıkmalarının ve siyasi toplumun egemenliği altına girmelerinin tek nedeni doğal hakların güvence altına alınmasıdır. Devletin varoluş sebebi, insanın doğal haklarının ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Güvenlik, adalet ve yargı gibi hizmetleri üstlenecek bir minimal devlet, özgürlüklerin güvence altına alınması için gereklidir.


Dünya toplumlarının bu güç ve iradenin karşısında izlemesi gereken strateji, gerçek ve gönüllü iş bölümüne giden yolları zorlamaktır. Biyolojik bağımsızlık ve sosyolojik bağımlılık arasındaki çelişme, gönüllü iş bölümünü imkansız kılmaktadır. Ancak insan toplulukları, örgütlü küresel güç karşısında sadece kendilerini koruyabilmek için de olsa, güç ve iş birliğine gitmesi gerektiğinin farkına varacaktır. Bu sebeple de her geçen gün toplumlar daha büyük ölçekte örgütlenerek bütünleşecektir. Bu tam bir gönüllü iş birliği olmayacaktır. Ancak, tıpkı ulus devlette, güçlü sermaye gruplarının karşısında örgütlü toplumsal mücadele ile denge sağladığı gibi, küresel ölçekte de insanlık, örgütlü mücadelenin yollarını bulacaktır. Bu olgu, tarihi sonlandıracak değildir; tarihsel gelişim dingin bir toplumsal yapının oluşması ile son bulacak değildir. Çünkü temel çelişki, insan var oldukça varlığını sürdürecek, toplumsal yapı içinde mücadeleler devam edecektir. Ancak salt bu mücadele biçimi dahi, her geçen gün daha üst seviyede iş ve güç birliği, daha yüksek ölçekte bütünleşmeyi sağlayacaktır. Bunun için yapılması gereken, öncelikle komşu toplumlarla bütünleşmenin yollarını aramak, ulus devletten, bölgesel siyasi oluşumlara doğru sıçramaktır. Çünkü, tarihsel gelişim, insan topluluklarının giderek daha büyük ölçekte, ancak kademeli olarak bütünleşmeleri yolundadır. Tekelci sermaye bu gidişi değiştirip, bölgesel devletleri doğmadan yok etmeye çalışmaktadır; çünkü, yukarıda açıklandığı gibi kendi gücü, küresel seviyeye ulaşmıştır. Bu oyunun bozulması, bölgesel oluşumları teşvik etmekle mümkündür. Bir de, ortak akıl, temel çelişkinin bir ayağı olan biyolojik bağımsızlığı, toplumsal gelişim için kullanmalıdır. Çünkü tek tek bireylerin biyolojik bağımsızlıktan kaynaklanan güdülerini tatmin etme yolları açık tutulduğu, bireyler arasında kontrol edilebilir bir rekabet sağlandığı takdirde; diğer yandan, gücün tekelleşmesinin önüne geçecek ve iş bölümünü örgütleme gücünü sürekli olarak tabana yayacak hukuksal ve siyasal araçlar kullanılabildiği ölçüde, temel çelişki de kontrol edilebilecek ve insanlığın yararına kullanılabilecektir.


Dünya’da küreselleşme ve Rekabete dayalı piyasa ekonomisinin hakimiyeti yanında 1990’lı yıllarda Japonya’nın dünya ekonomisinde üstlendiği rolün artması, bilgi-işlem teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak bilgilerin çok çabuk yayılması ve teknoloji alanında ortaya çıkan uluslararası rekabet dünya ekonomisinde önemli gelişmelere neden olmuştur.


Ortaya çıkan küresel rekabet, yerel ve bölgesel düzeyde rekabeti de yoğunlaştırmıştır. Artık Dünya’da sermaye, bilgi, teknoloji, hammadde ve onlar kadar yüksek olmasa da emek transfer edilebilmekte, bu durum uluslararası rekabetin şiddetini arttırırken uluslararası pazar ile yerel pazarlar ayrılmaz bir bütün oluşturmakta, devletin ekonomiye müdahale alanlarının daraldığı gözlenmektedir. Devlet bütçe açıklarını kapatmak ve gelir sağlamak yanında ekonomik etkinliği arttırmak çabası ile özel sektör ile rekabet halinde olduğu alanlardan çekilmekte ve ekonomik faaliyetlerini yeniden düzenlemektedir.


Ekonomi perspektifinden bakıldığında özelleştirmenin başta istihdam olmak üzere çeşitli alanlarda etkisi kamu kesiminin göreceli öneminden etkilenecektir. Zira kamu kesiminin büyüklüğü ve ekonomi içindeki etkinliği ülkeler arasında büyük farklılıklar göstermektedir. Günümüze kadar geçen süreçte, çok sayıda nedenle gittikçe büyüdüğü gözlenmiştir. Sonuçta düşük verimlilikte çalışan, sürekli istikrarsızlık üreten, gelir dağılımındaki dengeleri daha da bozan bir ekonomik yapı şekillenmiştir. "Ancak günümüzde artık insanların devlete değil, devletin bireye ve topluma hizmet etmesi, onun hak ve özgürlüklerini güvence altına alması anlayışı benimsenmeye başlamıştır"


Esas itibariyle devletin ekonomi içindeki payını belirlemede iki temel ölçüte başvurulur. Bunlar;


1.Toplam vergi gelirlerinin milli gelir içindeki payı,


2.Toplam kamu harcamalarının milli gelir içindeki payıdır.


Böylece özellikle bizim gibi ülkelerin rakipleriyle yarışabilmesi ve dünya ticareti içindeki payını arttırabilmesi için yapılması gereken, vergi gelirlerinin milli gelir içindeki payının artması ve bu yolla eğitim, sağlık, güvenlik gibi toplumsal verimliliği yükseltici hizmetlerin gelişmesinin sağlanmasıdır.


Devletin küçülmesindeki amaç, her şeyi üreten, müdahale eden devlet yerine standartları belirleyen, kuralları koyan, denetleyen; rant yaratan değil, bunu engelleyen; ileri teknoloji ve yüksek verimlilik düzeyinde demokratik sanayi oluşmasını hedefleyen bir devlet olmalıdır . Optimal devlet, sınırlı ve sorumlu devlettir. Negatif müdahale yapmayan bireyin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, çeşitli kesimler arasında tarafsız kalan, demokratik ve katılımcı bir devlet modelidir. Küreselleşme süreci bu anlamda bir devlete olan gereksinimi daha da arttırmaktadır.


Bu koşullar altında devletin stratejik görevleri şunlardır: Her şeyden önce devlet, rekabet gücü yaratıcı ve rekabeti düzenleyici devlet olmalıdır. Ayrıca devlet, küreselleşmenin beraberinde getirdiği gelir ve tüketim dengesizliklerini ayarlayarak, gelir dağılımını düzenlemelidir.
Devletin gelir dağılımını düzenleme araçlarından biri de sosyal güvenliktir. Sosyal güvenlik sistemi içinde sosyal sigortalar kadar kamu sosyal güvenlik harcamaları (sosyal yardım ve sosyal hizmetler) da özellikle gelirin yeniden dağılımında önemli role sahiptir. Zira bu yolla devlet kendi zorunlu fonksiyonlarının (barış, huzur ve adaletin gibi) sağlanması için çeşitli gruplar arasında yeniden gelir dağıtıcı harcamalar yapmaktadır.
Devletin yaptığı harcamalar ve hizmetlerden bölünebilir ve ölçülebilir fayda sağlayanlar, yeniden gelir dağılımında önemli etkiye sahiptir.Kamu sosyal güvenlik harcamaları da bunlar arasındadır. Kamu sosyal güvenlik harcamaları, bireyin tehlikeye uğraması halinde, tehlikenin birlikte getirdiği harcamalarda dahil geçim garantisi sağlama amacı güder. Ancak geçim garantisi her zaman gelir garantisi anlamına gelmez.İhtiyaç olan hizmetlerin verilmesi de bireylerin geçimlerini bir başka anlatımla yarınlarını güvence altına alır ki, en genel tanımı ile bu, yarından emin olma garantisidir.


Devletin, küçülmesi sürecinde sosyal sigorta hizmetleri kadar kamu sosyal güvenlik harcamalarından (sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerden ) da vazgeçmesi halinde, toplum bu işi üstlenebilir. Ancak; bu hizmetlerden vazgeçmenin maliyeti vardır. Toplum içinde bu hizmetlerin özel kesim tarafından karşılanması sonucu, özellikle muhtaçlık düzeyindeki bireyler için adil olmayan bir dağılım meydana gelir ki, bu da toplumda sağlıksız bir yapının oluşmasına yol açar. O halde bu hizmeti yapmamanın sosyal bir maliyeti vardır.


Bu tarz mal ve hizmetler özel mal ve hizmetler gibi ilave her birey için marjinal maliyeti olan bir üretimdir. Bu nedenle özel sektör tarafından da üretilebilir. O halde sosyal sigortalar yanında sosyal hizmetler de hem devlet hem de özel sektörün üretebileceği özel bir hizmettir .Ancak toplum içinde bu hizmetleri, maliyeti ya da basiretsizlik nedeni ile alamayanların olacağı hiçbir zaman göz ardı edilmemeli, sosyal devlet anlayışının bir gereği olarak bu hizmetin ihtiyacı olanlara sunulması sağlanmalı ve yeniden gelir dağılımı düzenlenmelidir.


Zira küreselleşme sürecinde Dünyanın bir bütün olduğu 21. yüzyılda, uluslararası alanda rekabet edebilmenin önkoşullarında biri; toplum içinde hiçbir bireyin istisna kabul edilmeden insan onuruna yaraşır bir yaşam kalitesine sahip olmasından geçmektedir.

Devlet egemen değil; 'ulusal alan' üzerinde denetim ve kontrol yeteneğini önemli ölçüde kaybetmiş durumda. Ne insanlar üzerinde, ne ulusal kaynaklar ve karar verme süreçleri üzerinde tartışmasız bir kontrolü var devletin. Yüzlerce ve hatta binlerce mikro ve makro devlet dışı aktörlerin çoğul varlığı içinde işbirliği ve müzakere yöntemlerinin baskın olduğu bir yönetişim sürecinin gelişmekte olduğunu görüyoruz. Türkiye de bu sürecin dışında değil. Ne ekonomiye ne dış politikaya ve hatta ne de iç güvenlik sorunlarına tek başımıza karar veriyoruz, dünyada tek başına yaşıyormuş gibi davranamıyoruz. 'Ulusal alan', yerel ve küresel aktörlerin yoğun, derin ve yaygın iletişim ve etkileşim ağlarıyla delik deşik...


Devlet, ulusal alanı denetleme gücünden de imkanından da yoksun. Yereli de kapsayan küresel ağlar ve aktörler ulusal alanı şeffaflaştırıyor. Ulusal otoriteler neredeyse hiçbir eylemlerini gizleyemiyor; ne bir çevre kıyımını, ne de bir insan hakları ihlalini... Ulusal alan görülmedik bir düzeyde uluslararası alanın ve aktörlerin denetimine açılmış durumda. Yerelle küresel arasında mesafe neredeyse yok artık. Yerel olan, anında küresele ulaşıyor; küresel olan yereli kapsıyor. Bu arada 'ulusal alan' yerel ve küresel arasında gittikçe sıkışıyor ve bu sıkışmadan yeni siyasal ve toplumsal 'formlar' doğuyor. Buna 'ulusal'ın yerel ve küresel baskılar karşısında var olmak için geliştirdiği adaptasyon yeteneği diyoruz.

Ne yapmalı?


Peki, ne yapmalı? Ulus devlet elden gidiyor söylemiyle bir yandan yerelin (yerel kimliğin, kültürün, ekonominin vs.) bastırılması, öte yandan da küreselin dışlanması hiç mümkün değil... Küreselleşmeye karşı böylesi bir 'yeni milliyetçilik' ulusal otoriteryenizmi kamçılamaktan başka bir işe yaramaz. Ulus devlet savunusunun küreselleşme karşıtlığına dönüşmesi ciddi bir tehlikedir. Küreselleşme karşıtlığıyla ne ekonominizi düzeltip refah üretebilirsiniz, ne de dünya ile rekabet edebilecek nitelikte insan ve zihniyet yaratabilirsiniz. Dünya ile uyumlu olmayan, küresel dinamiklerle ve aktörlerle kavgalı ve de donanımsız bir toplum 'yeni otoriteryenizm'in besleyicisi olur sadece...



Bazılarına kolay geliyor bu, çünkü 100 yıldır devletin pompaladığı 'bütün dünya Türk'e düşman' repliğine uygun... Dünya ile barışık değil; fakat kavgalı bir ruh ikliminden saldırgan bir dış politika ve ulusal düzeyde de 'birlikçi' ve homojenleştirici bir siyaset çıkar. Her iki durumda da dünyayı ve kendi toplumunu karşısına alan bir çatışma pozisyonunda kalırız, bazılarının anlayacağı dilden konuşursak, 'küresel aktörlere yem oluruz'. Küreselleşme çatışmanın değil işbirliğinin, ortak çıkarların ve ortak değerlerin dünyasıdır. Ortaklıklardan ve işbirliğinden kaçanlar, onlara meydan okuyanlar dünyanın ritmini bozarlar ve cezalandırılırlar...


Devlet egemenliğinden halk egemenliğine


Ulusal egemenlik elden gidiyor feveranları içinde kıvrananların egemenliği gerçekten ulusa vermek diye bir dertleri de yok. Jakoben ulusalcılarımız, küreselleşme sürecinde 'seçkinci cumhuriyetçilik' oyununun bozulmakta olduğunu görüyorlar. Haklılar... Küreselleşme ulus devlet içine mevzilenen küçük zümrelerin egemenliklerine son veriyor. Egemenliği yerel, ulusal ve küresel düzeylerde tekel olmaktan çıkarıyor; paylaşılan, müzakere edilen bir mekanizmaya dönüştürüyor.
Ulus devletlerin meşruiyetleri artık bizatihi kendi varlıklarına dayanmıyor, yurttaşların sadakati otomatik değil artık. Devletin yurttaş sadakatini hak etmesi, kazanması gerekiyor. Meşruiyet de, sadakat ve itaat de 'performans'tan geçiyor. Performansı zayıf bulunan devletler, toplumsal meşruiyet zeminlerini kaybediyorlar. Refah, güvenlik, özgürlük ve adalet üretemeyen bir devlet karşısında toplum bu değerleri üreten başka aktörlere yöneliyor. Bireyin adalet taleplerini karşılayamayan bir devlet bu ihtiyacı karşılayan yerel (örneğin mafya) veya uluslararası (örneğin AİHM) yapılar karşısında güç kaybediyor. Yerel, ulusal ve küresel düzeylerde devletin geleneksel işlevlerini yerine getirmek üzere örgütlenmiş devlet dışı aktörler mevcut. Ve devlet performans olarak bunlarla rekabet etmek zorunda... Bu işlevleri daha iyi yerine getiren aktörlere doğru bir meşruiyet kayması da kaçınılmaz. Kısaca, ulus devlet tek ve rakipsiz değil. Varlığı ve geleceği adaptasyon yeteneğine bağlı... Hâlâ 19. yüzyıl modeline dayalı bir ulus devlet hayaline takılı kalmak anakronik bir durum. Türkiye'yi böyle bir anlayışa mahkûm etmeye çalışanlar arkaik bir ulus devlet anlayışıyla Türkiye'nin geleceğini de tehlikeye atıyorlar.



Bugün, genel olarak, dünyayı ve insanlığın kaderini, her ülkede bireylerin geleceğini etkileyen birçok karar şimdi bireylerin az da olsa söz sahibi oldukları ulusal egemenlik sınırları dışına kaymaktadır; bu kararlar karşısında bireylerin ulusal sınırlar içinde geçerli vatandaşlık hakları da artık bir işe yaramamaktadır.


Ayrıca küreselleşmenin gerektirdiği ekonomi politikaları hükümetlerin ekonomik işlevini arttırırken, hükümetler bu gücü ve işlevi parlamento denetiminden kaçmak için de kullanmaktadırlar. Dolayısıyla parlamentonun denetiminden kaçma yolları zaten birçok ülkede sınırlı olan demokratik işleyişin daha da sınırlanmasına yol açmaktadır. Bu nedenle demokrasinin geleceği açısından tartışılan temel konulardan biri de parlamentoların azalan denetim gücünün nasıl onarılacağı konusu olmaktadır. Bu noktada, devlet karşısında sivil topluma ve onun gücüne aşırı bir yükleme yapan liberal-çoğulcu görüşleri biraz ihtiyatla değerlendirmenin gerekli olduğunu düşündüğümü söylemeliyim.

Çünkü özellikle demokratikleşme açısından sivil toplumun önemi büyük olmakla birlikte, burada belirleyici olanın da sivil toplumun niteliği ve bunu siyasal güce dönüştürebilme yeteneği olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Bu açıdan, sivil toplumun, ancak parlamenter demokrasiyi güçlendirme, parlamentoya hükümetleri denetleme gücü kazandırabilme gibi siyasal bir etkinlik ve başarı göstermekle herhangi bir toplumda kalıcı ve etkin bir rolü olabileceğini düşünüyorum.

Bugün, ulusal sınırların dışına kayan siyaset ve ulus-devletten daha güçlü duruma gelen ulus ötesi ekonomik ve siyasal aktörler ile siyasal hakların ilişkilendirilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Örneğin bugün siyasal hakların varolması, genişlemesi ve gelişmesi için hedef alınması gereken iktidar odağı olarak, en başta, “küresel sermaye ve küresel güçler” karşımıza çıkıyor. Küresel düzeyde çok ciddi iktidar odakları giderek büyürken, yalnızca ulusal sınırlar içinde devlet iktidarından söz etmek ve ona karşı bazı birey haklarının gelişmesini istemek pek de yeterli bir çözüm gibi görünmemektedir. Örneğin artık, sermaye hareketleri ve sonuçları hakkında bireylerin ve toplumun “bilgi edinme hakkı” gibi bir hakkı olduğundan söz etmek ve bunun gibi küresel düzeyde daha başka bazı hakları dile getirmek gibi bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Aslında bu düzeyde bazı haklar olmadan, yalnızca ulusal sınırlar içine kapanan insan hakları veya siyasal haklarımızla küreselleşen bir dünyada genel olarak insan haklarının varlığı tehlike altındadır. Bunu zaten bugün de çevrenin kirlenmesi, ekolojik dengenin bozulması, insanların açlığı, savaşların tahribatı gibi birçok konuda yaşamıyor muyuz?


Gerçekten günümüzde hem insan haklarının, hem de demokrasinin yeniden tanımlanması, yeni anlayışlar, yeni kurumlar ve mekanizmalarla zenginleştirilmesi gibi bir ihtiyaç ağırlıklı olarak kendini hissettirmektedir.

Bu konuda tartışmalar da az değildir. Birkaç örnek vermek gerekirse, örneğin Giddens “demokratik ülkelerde gerekli olan demokrasinin kendisinin derinleştirilmesidir” demektedir. Buna “demokrasinin demokratikleşmesi” adını veren Giddens, demokrasinin aynı zamanda ulusötesi duruma getirilmesi gerektiğinden, ülke düzeyinin aşağısında ve yukarısında demokratikleşmeye ihtiyacımız olduğundan söz etmektedir. Held, demokrasinin hem devletin elindeki gücün yeniden düzenlenmesi, hem de sivil toplumun yeniden yapılanmasıyla ilgili olarak “ikili bir demokratikleştirme” önermektedir. Bu görüş içinde demokratik devlet ve sivil toplum birbirinin demokratik gelişmesi için birer ön koşul olarak görülmekte ve demokratik bir yaşam için sivil toplumun merkezi bir rol alması istenmektedir.


Held bir başka yazısında demokrasinin bir anlamı varsa bunu yakalayacak siyasal kurumlara ihtiyacımız var demekte ve “kozmopolit demokrasi” adını verdiği yeni bir demokrasi anlayışını dile getirmektedir. Ona göre kozmopolit bir dünyada yaşıyor, birçok vatandaşlık taşıyor, hepimizi birden etkileyen çevresel kirlenme gibi ulusal sınırları aşan birçok sorunla karşılaşıyoruz. Bireyin ve toplumların küresel etkileşimi böylesine artarken devletler ise kendi egemenlik sınırları içinde bile artık tek yasal güç olmaktan çıkıyorlar. Bu nedenle egemenliğin, artık belirli bir alanla sınırlanması düşüncesinden uzaklaşılması ve daha çok demokratik ilkelere ve yönetime bağlanacak bir sıfat konumuna gelmesi gerekmektedir. Bu nedenle daha geniş bir egemenlik ve demokrasi anlayışıyla yerel düzeyden ulusal düzeye, bölgelerden kentlere oradan küresel meselelere kadar her düzeyde demokratik tartışma forumları olarak kullanılacak kurumlara ihtiyaç vardır. Held, bu tür ihtiyaçları karşılayacak mekanizmaların kurulmasını isterken, örneğin Birleşmiş Milletlerin de daha farklı ve demokratik bir yapıya kavuşturulmasını önermektedir. Özetle Held de birçokları gibi küreselleşen dünyada ulusötesi alanda rol oynayacak kurumlara sahip olunmasını gerekli görmekte, bu alanda kullanılacak demokratik hakların ve kozmopolit bir demokrasinin gerçekleşmesini önemli bulmaktadır.


Bunun gibi Bowles ve Gintis de “post liberal demokrasi” adını verdikleri demokrasi anlayışı içinde, demokrasinin de, bireysel hakların da gelişmesini sürdürmeleri gereğini vurgulamaktadırlar. Onlara göre insan hakları özünde devrimci niteliktedirler ve bu nedenle değişen koşullar ve ihtiyaçlar çerçevesinden yeni hakların doğması kaçınılmazdır. Bugün de, demokratik hakların ekonomik kararları da içerecek biçimde genişlemesi gerekmektedir; çünkü artık en az devletler kadar güçlü ekonomik güç odakları söz konusudur. Bu nedenle hem mülkiyet haklarının, hem de devlet iktidarının kullanılmasında demokratik hesap verme yükümlülüğü esasını getirmenin gerektiğini ileri sürmektedirler.


Kuşkusuz daha birçok düşünür hem insan haklarının gelişimi, hem de demokrasinin tıkanıklarının aşılması konusunda birçok görüş ileri sürmektedir. Küreselleşmenin getirdiği sınırlamalar konusunda da birçok değerli yaklaşım söz konusu. Sonuç olarak burada ancak kısmen ve kısaca değindiğimiz bu görüşler doğrultusunda bir değerlendirme yapmak gerekirse, birkaç önemli noktanın altı çizilebilir.


Birincisi, küreselleşme süreci yeni değildir, en azından kapitalist sistemin ortaya çıkmasıyla başlamış ve onun ihtiyaçları doğrultusunda gelişerek bugünlere gelinmiştir. Öte yandan sermaye birikiminin de, küreselleşmenin de arkasında en önemli güç olarak hep devletler yer almıştır; bugün de hem gelişmiş, hem gelişmekte olan ülkelerde devletler sermaye için benzer destekleyici görevlerini sürdürmektedirler. Bu nedenle günümüzde devletlerin zayıfladığı, işlevlerini kaybettikleri gibi iddiaları bu görüş ışığında yeniden değerlendirmek epeyce yararlı görünmektedir. Devletin işlev kaybı sermaye ve çıkarları açısından değil, daha çok ulusal ve sosyal politikalar açısındandır.


İkinci olarak, bugünkü boyutlarıyla küreselleşme süreci, yalnız yol açtığı küresel eşitsizlik gibi ahlaki sonuçlarıyla değil, fakat daha da önemlisi bireyin siyasal ve demokratik haklarını gerileten bir olgu olarak sorgulanmak durumundadır. Belki bu sorgulamayı yapacak olan, büyük ölçüde, küresel düzeyde gelişmekte olan sivil-toplum güçleridir; fakat onların da meseleleri insan hakları, siyasal haklar ve demokratik talepler doğrultusunda formüle etmeleri gibi bir gereklilik ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle küreselleşme sürecinde bireylerin ve toplumların korunması, önemli ölçüde, yeni hak taleplerinin hayata geçirilmesine bağlı görünmektedir. Ayrıca hükümet politikaları karşısında siyasal hakların daha etkin olabileceği parlamentoların gücünü ve denetim olanaklarını arttırmak ve belki çeşitli düzeylerde yeni parlamento benzeri kurumlar oluşturmak ve bu kanalları küresel sermaye ve devlet politikalarını denetlemek açısından kullanmak herhalde düşünülmesi gereken yollarını başında gelmektedir.


Üçüncü ve buna bağlı olarak da, siyaseti de demokrasiyi de, birey ve toplum açısından yeniden tanımlamanın gereğini vurgulamak gerekmektedir. Bugün siyaseti, örneğin, kendi geleceği ve kaderini belirlemenin ve kurmanın bir yolu olarak yeniden tanımlamak ve bu kader üzerinde etkisi bulunan tüm kararlar ve etkinlikler üzerinde bireyin denetleme hakkı olduğunu kabul etmek gibi bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır. Küreselleşme ve onunla birlikte daha da güçlenip ulusal aktörlerden bağımsızlaşan küresel ekonomik ve siyasal güçler, bu açıdan denetlenmesi gereken iktidar odaklarının başında gelmektedirler. Bu iktidar odaklarının denetlenebilmesi için de yeni hakların ve daha geniş bir demokrasi anlayışının hayata geçirilmesi gerekmektedir.


Son olarak, küreselleşme süreci ve sonuçlarını yalnız ekonomik değil siyasal bir nitelik kazandırılması gereken olgular olarak ele almanın gereğini vurgulamak isterim. Yalnızca, sonuçları nedeniyle, daha ahlaki bir küresel anlayışa ulaşma açısından değil, fakat yeryüzünün gerçekten küreselleşmesi açısından da küreselleşmeye siyasal bir nitelik ve içeri kazandırılması gerekmektedir. Yoksa yalnızca ulusal sınırlara hapsedilmiş insan hakları ve demokratik mekanizmalarla ne ulusların huzurunu, ne yeryüzünün barışını, ne de küreselleşmenin geleceğini güvence altına almak mümkündür. Bir yanda ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalan haklar ve kurumların, öte yandan ihtiyaçlara yanıt vermeyen süreçlerin uzun süre varlıklarını korumaları düşünülemez. Bugünkü küreselleşme süreci, onun yanı sıra yaşanan siyasal ve demokratik tıkanıklıklar böyle bir uyumsuzluğu sergilemektedir. Kuşkusuz bu tıkanıklıkları aşmak ve buralardan çıkış yolları bulmak açısından çok iyimser olmak kolay değildir; ancak kötümser olmanın da giderek yeryüzünün geleceği ile ilgili bir kötümserlik anlamına geldiğini hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

ÜLKEMİZDE DEVLETİN EKONOMİDEKİ AĞIRLIĞI

1. Türkiye , bugün devletin ekonomideki üretimi, istihdam olanakları ve harcama kapasitesi dikkate alındığında dünyanın en devletçi ülkesi konumundadır.( Geçiş ekonomisi ülkelerinden birkaçı hariç) . Devletin ekonomideki bu ağırlığı ile ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesi mümkün değildir.


2. Devletten gelir elde eden 25 milyon tarım kesimi, 2,7 milyon kamu çalışanı ( memur ve işçi ) ve 1.5 milyon emekli aileleri ile birlikte 10 milyon kişi devletin varlığı ile geçinmektedir. KİT’lerin ekonomik ilişkileri ,devletin satın almaları, kamu yatırımları ile yarattığı sermaye birikimi kamunun açtığı kredileri kullanan 5 milyon esnaf ta katıldığında toplumun yaklaşık yüzde 80’ni doğrudan devletin varlığı ile ekonomik süreçte yer alabilmektedir.


3. Ancak ekonomik kaynakların devlet tarafından dağıtılması süreci sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Dönüşümü sağlayacak yapısal reformlar kaçınılmazdır. Devletin kaynaklara hakim olarak tüketici bir ekonomik yapı sürdürmesi kaynakların yok olmasına (sadece kamu bankalarının 30 milyar dolara ulaşan görev zararları,milli gelirin yaklaşık % 20 si) ve kaynakların verimsiz kullanılmasına yol açmaktadır. Kaynakların piyasa
mekanizmasına bırakılması, rekabet şartlarının oluşturulması ve kaynakların etkili kullanılması şarttır



Devletin özellikle ekonomideki yerinin yeniden tarif edilmesi ve yapısal reformların buna göre uygulanması kaçınılmazdır.
Ancak şunu da unutmayalım!




Bazı ülkelerde devletin ekonomideki payı ve Türkiye.



İMF ve buna bağlı yabancı gruplar devletin ekonomideki payı azaltılsın diyor, peki bu ülkelerde devletin ekonomideki payı nedir? Bu verileri de gözönünde turmak gerekir.





Devletin Ekonomideki payı

Türkiye :%13
Almanya :%54
Fransa :%38
Amerika :%33
Yunanistan :%28
İsveç : % 58,5



Dünya çok önemli bir değişim süreci içerisinde bulunuyor. Ekonomiden siyasete; devlet yönetiminden şirket yönetimine; değerlerden inançlara kadar her şey ama her şey değişiyor.



Bilim ve teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. "Bilgi Çağı" adı verilen bir yeni dönem içerisinde bulunuyoruz. Tüm dünyada modern toplumdan post-modern topluma geçiş yönünde yeni ilkeler benimseniyor ve yeni yükselen değerler toplumları geleneksel değerlerden kopmaya ve değişime zorluyor.



Sivil toplum ve devlet arasındaki ayrımın son dönemlerde yeniden popülerlik kazanması kafa karıştırıcı bir süpriz gibi görünmektedir. Bu durum, bir dizi soruyu gündeme getirmektedir: Devlet (ve onun askeri, polisiye, hukuki, idari, üretici ve kültürel organları) ile devlete ait olmayan (piyasa tarafından düzenlenen, özel denetim altında bulundurulan veya gönüllü biçimde örgütlenmiş) sivil toplum alanı arasındaki ayrım ile tam olarak ne kastedilmektedir? Bu sorunun yanıtını çözümlemek insanoğlunun gündemi olacaktır.

YUSUF UYGAN

Kaynakçalar:
Education For Citizenship and Teaching of Democracy in Schools, Final Report of the Advisory Group on Citizenship, London, The Qualifications and Curriculum Authority, 22 September 1998, s. 9.
Aristo’ya gore, Antik Atina’da “yurttaş”, fikir vermeye ve kamu alanında görev almaya katılan kişidir. Marsilius da “yurttaş”ı katılma özelliğiyle tanımlamaktadır. Bkz. David Held, “Cumhuriyetçilik: Özgürlük, Özyönetim ve Aktif Yurttaş”, çev. Hande Peker-Hayrullah Doğan, Cogito, Sayı: 15 (Cumhuriyet Alkışla Olmaz), Yaz 1998, s. 37.
Jürgen Habermas, “Siyasal Katılım Kendi Başına Bir Değer mi?”, Toplum ve Bilim, Sayı: 27, Güz 1984, s. 52.
Habermas, “Siyasal Katılım Kendi Başına Bir Değer mi?”, s. 65-66.
James Curran, “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme”, Medya Kültür Siyaset, der. Süleyman İrvan, Ankara, Bilim Sanat Yayınları, 1997, s. 173-174.
Laski, siyasal sistemin, vasat insanın, kendi çıkarlarının farkında olan ve idareyi değerlendirmek konusunda gereksinim duyacağı bilgiyi sağlayıp bu bilgiden hareketle eyleme geçebilecek yeteneğe sahip olan siyasal bir hayvan olduğu varsayımı üzerine kurulu olduğunu ancak bu varsayımın gerçekle tam olarak uyumlu olmadığını söylemektedir. Laski’ye göre, savaş sonrası siyasal yaşamının belirleyici özelliği, yurttaşların siyasete kayıtsızlığı olmuştur. Bkz. Harold Laski, “The Recovery of Citizenship”, The Dangers of Obedience & Other Essays, New York and London, London Reprint Corporation, 1968, s. 62-64.
Mendel-Reyes de, “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi amacıyla kurulmuş bir yönetim, yurttaşlarının yarısının en ilkel yurttaşlık ödevini gerçekleştirmek için sandığa gitmediği bir durumda nasıl hayatta kalabilir?” sorusunu sormak suretiyle, yurttaş kayıtsızlığının demokrasinin geleceğini tehdit ettiği düşüncesini dile getirir. Meta Mendel-Reyes, “Radical Democratic Education”, The Review of Education/Pedagogy/Cultural Studies, Vol: 19, No: 2-3, s. 225.
Yurttaşlık eğitiminin amacı, demokratik sisteme bilinçli ve sorumluluk sahibi bireyler olarak katılacak yurttaşlara gereksinim duyacakları bilgi ve becerileri kazandırmaktır. Bu konuda bkz. “Fostering Democracy Through Law and Civic Education”, Florida Bar Journal, January 2000, Vol: 74, Issue: 1, s. 3.
“Law related education”ın ABD’deki tarihçesi konusunda bkz. Jeffrey W. Cornett-Richard H.

Yusuf UYGAN

© Copyright Solbirlik.org

Hiç yorum yok: