6 Şubat 2009 Cuma

SOKAK ÇOCUKLARI

SOKAK ÇOCUKLARI
13.06.2007





"gökyüzü bembeyazdı
en güzel resimleri çizmek için
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Sokaklar çocukların "



Sokak çocukları olgusu birçok ülkede toplumsal bir sorundur. Aile içinde yaşanan şiddet, cinsel taciz ya da tecavüz, yoksulluk, göç ve savaşların bir sonucudur sokak çocukları . Sokakta çalışan çocuklar, çocukların yaşadığı şiddet olgusunun değişik boyutlarda ifadesidir. Dünyada 100 milyon civarında terkedilmiş ya da evden kaçmış sokak çocuğu olduğu tahmin ediliyor.
Türkiye de yoksulluk, göç, aile parçalanması, sevgisizlik gibi çeşitli nedenlerle İstanbul, Urfa, Adana, Antep, İzmir, Eskişehir gibi bir çok kentte binlerce çocuk sokaklarda tiner ve bally kokuları eşliğinde bedensel ve ruhsal ölüme yolculuk yapmaktadır.
Her tür şiddet var sokakta. Dayak, yaralanma ölüm tecavüz, aşağılanma, kışın soğuk havanın acımasızlığı ve çocukların peşini bırakmayan polis. Şiddet hem kendi içlerinde var hem de insanlardan daha da önemlisi devletten gelmektedir. Birde kendilerine yönelik kendilerinden şiddet var ki kendini jiletlemek gibi.
Sokak çocuklarının kendi yaşam kuralları var. İhanet ve ispiyonculuk en ağır cezaya maruz kalmaktadır.
Diyelim ki üç kişi hırsızlığa çıktı içlerinden birisi yakalandı diğerlerini ele verirse ya o çocuk ölecek ya da bölge dışına çıkarılıcaktir. Küfretmek yasaktır birisi küfrederse örneğin anaya küfrettiyse on sopa atarlar. Kendi arkadaşlarının cebinden para çalmak yasak. Dışarıda hırsızlık var, ancak gereksinimleri kadar hırsızlık yaparlar. On kişiyse kaldıkları komün yaşamındaki arkadaşları on süt, on ekmek gibi ...
Metropol kentlerde alt geçitlerde, lokantaların ızgara üstlerinde, bankaların bankamatik bölümlerinde kalıyorlar. Kadıköy, Eminönü, Bakırköy, Bostancı gibi yerlerde gruplar halinde yaşıyorlar. Sokaklardaki tehlikelere karşı birlikte korunuyorlar. En iyi korunma araçları tiner ve bıçaktır." Tecavüz, dayak gibi şeyler var sokaklarda Karakola gitsen seni suçluyorlar bu nedenle sokaklarda kendimizi korumak için yöntemler geliştiriyoruz. Bize saldıranların gözüne tiner serptiğinde saldırgan acıdan kıvranırken bize de kaçma fırsatı doğuyor."
Vijdan, kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıya varmaya iten duygudur. Sokak çocuklarını anne ve babaları dışarı atarlar veya evden kovarlar. Bunu yaparken hiç vijdanları sızlamaz mı?
Bu sadece anne ve babaların suçu değil. Eğer devlet onlara zamanında yardım etseydi, şimdiki sokak çocukları , tinerci çocuklar diye birşey olmayacaktı. Türkiye’ye Habitatlar gelince sokak çocuklarını görünmesinler göz önünde diye topladılar. Habitat gidince gene sokağa döktüler. Onlar için bir yurt açsalar, insanlar da maddi-manevi destekte bulunsalar bu çocuklar başı boş kalmaz, kimseye zarar vermez.



Umut Çocukları


UMUT ÇOCUKLARI

Soğanla zeytin, ekmek yediler
sonra baktılar gözlerine
esnediler
gökyüzü bembeyazdı
en güzel resimleri çizmek için
gökyüzü umut çocuklarının rengi
Sokaklar çocukların
Yorganları siyah geceler
Isıtırlar birbirlerine sokularak
Beklerler deniz yıldızlarının kurtarıcılarını
gökyüzü umut çocuklarının rengi

Yusuf Uygan

KENTLERİ SAYDAM YÖNETİCİLER YÖNETMELİ

KENTLERİ SAYDAM YÖNETİCİLER YÖNETMELİ



“Dünyadaki bütün insanlar, biri dışında aynı fikirde ve o tek kişi karşı fikirde olsa, o tek kişinin iktidar sahibi olup tüm insanları susturma hakkı ne kadar yoksa, tüm insanların o tek kişiyi susturma hakkı da aynı derecede yoktur.”
john stuart mill



Toplum arasında kullanılan en yaygın klişelerden biri, ‘Şu hırsızlar, yolsuzlar olmasaydı bu devlet bu hale gelmezdi’ cümlesidir. Kahvehane sohbetlerinden ev ziyaretlerine kadar, zaman zaman birçok toplantıda hatta siyasi parti merkezlerinde bile konuşulan konu, siyaset ve bürokrasi adamlarının ‘neyi ne kadar götürdüğü’ ile ilgilidir. Bu konuşulanlar aklımıza ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz ‘ atasözünü getirmektedir. Yerel siyasi organizasyonlarda da kimi zaman benzer olaylara rastlanmaktadır.

Transparency International (Uluslararası Saydamlık), 1996 tarihli kaynak kitabında yolsuzluğun tanımı "siyasetçi ya da devlet memuru olsun, kamu görevi yapan kişilerin, kendilerine emanet edilmiş kamusal yetkiyi kötüye kullanarak kendilerini ya da kendilerine yakın olan kişileri yasadışı biçimde zenginleştirmeleri" yapılmıştır. Dünya Bankası IMF’nin "yolsuzluk" tanımı da genel olarak "kamu görevinin özel kazanç sağlamak için kötüye kullanılması" şeklinde tanımlanmıştır.

Toplumlarda etik dışı davranışların kaynakları ;

*Tarihten gelen nedenler,

*Kültürel yapıdan gelen nedenler

*Siyasal yapıdan gelen nedenler

*Ekonomik yapıdan gelen nedenler

*Hukuksal yapıdan gelen nedenler

*Bürokratik yapıdan gelen nedenler

*Toplumsal yapıdan gelen nedenler olarak sıralanmıştır.



Yerel yönetimlerde ortaya çıkan siyasal ve kamusal hastalıkların temelinde eğitimsizliğin yaygın oluşu, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin, saydamlığın, etkin denetimin, etkili yasaların olmayışı yatmaktadır.

Kentleri yönetmek için yerel yönetimlere, Belediye meclislerine ve il genel meclislerine aday olanların çoğunluğu eğitimsiz parmak hesabında etkili olacak kişilerden oluşmaktadır. Meslekleri, yetenekleri, proje üretkenlikleri önemli değildir. Kentesel rantiyenin paylaşılmasında toplum katmanlarının fayda sağlaması yerine bireysel çıkarları ön planda tutanlar 2009 Yerel Seçimler için hesaplarını yapmaktadırlar. Bu tür düşünce ve davranış içinde olanların önüne etkili yöntem olarak kentlerde yönetim sürecine katılımı arttırmak, sivil insiyatiflerin karar, yetki ve söz yöntemleri geliştirmek gerekir.

Siyasi ahlak Toplumun sahip olduğu inanç, gelenek vb. değerlerin yanında kanuni düzenlemeler ve uluslararası bağlayıcı belgeler siyaset ve yönetimde etik değerlerin ne olduğunu, hangi davranış biçimlerinin ahlaki ve yasal olduğunu çerçevesini ortak payda olarak belirlemelidir. Günümüzde uluslararası alanda ortak etik davranış ilkeleri şunlardır: tarafsızlık, hukukilik, dürüstlük, bütünlük, liyakat, nesnellik, sadakat, saydamlık, hesap verebilirlik, profesyonellik, eşitlik, süreklilik, saygınlık ve güvendir. Her toplumun yukarıda ifade edilen inanç, gelenek ve değerlerine göre oluşmuş yazılı ve yazılı olmayan ahlaki normları bulunmaktadır. Uluslar arası alanda etik değerlere karşı etik dışı olarak kabul edilen, yönetsel ve siyasal yaşamımızı kirleten, yozlaştıran tersi davranışların ne olduğunu irdelemek gerek, her birini doğru tanımlayarak bu konuda bir önleyici bilincin oluşturulması gerekecektir. Sivil örgütlenmelerle bu olumsuzluklar aşılabilir düşüncesini taşıyorum.

Yusuf UYGAN

SOSYAL DEMOKRATLARA UYARI ve HATIRLATMA - Yusuf UYGAN

SOSYAL DEMOKRATLARA UYARI ve HATIRLATMA - Yusuf UYGAN
22.12.2008










“Ben gelmedim kavga için

Benim işim sevgi için

Dostun evi gönüllerdir

Gönüller yapmaya geldim”

YUNUSEMRE







YEREL SEÇİMLERDE

SANDIK KURULLARININ ÖNEMİ

Yerel seçimlere üç ay kaldı; AKP'nin hedefi sosyal demokrat belediyeleri almak; İzmir, Eskişehir, Kadıköy ve Çankaya listenin ilk sıralarında. AKP ne yapıp edip seçimlerde hedeflediği belediyeleri almak için her türlü organizasyonu yapabilecek iktidar avantajına sahiptir. Sandık kurullarının oluşumunda kendine yakın kadrolara sandık başkanlığı görevini verecek izlemini oluşturmaktadır. Üstelik sandık kurullarının oluşturulması ile ilgili yasanında gereğini yapacaklardır.



Seçimler sandık da kazanılır. Bir Eskişehir’li olarak yerel seçimlerde Kentimizi Avrupanın Çağdaş yüzü yapan Sayın Yılmaz Büyükerşen’i başarılı iki dönem başkanlığından sonra tekrar adaylığı konusunda uyarmak istiyorum. Eskişehir’li sizi tercih edecek, size oy atacak ancak sandıktan çıkamayabilirsiniz. Sandık kurullarında oylara sahip çıkacak resmi kurul üyeliği son derece önemlidir. Birlikte yaşadığımız 2004 yerel seçimleri deneyimi var. Büyükşehir Belediye başkanlığını kazandınız alt belediyeleri sandıklarda oylara yeterince sahip çıkılamadığı için kazanamadınız. Önemli projeleriniz AKP’li belediye meclis üyeleri tarafından engellendi. Yaşanan deneyimler yeni hataları yaşamamıza engel olmalı diye düşünüyorum. Bu görüşümü Ülke genelindeki adaylarında göz önünde bulundurmaları gerektiğine inanıyorum.

SANDIK KURULU ÜYELİKLERİ:

Madde 23 - (Değişik madde: 17/05/1979 - 2234/1 md.)

Sandık kurulu üyelikleri aşağıdaki şekilde belli edilir:

İlçe seçim kurulu başkanı, o seçim çevresinde seçime katılan ve ilçede teşkilatı bulunan siyasi partilerden, son milletvekili genel seçiminde o ilçede en çok oy almış olan beş partiye, her sandık için birer asıl ve birer yedek üye adını beş gün içinde bildirmelerini tebliğ eder.

Bu yoldan tespit edilen sandık kurulu üye sayısı beşten az olduğu takdirde, eksik kalan üyelikler, aynı şartları taşıyan diğer siyasi partilerden, aldıkları oyların büyüklük sırasına göre, aynı usulle tamamlanır.

Oylarda eşitlik halinde ad çekilir.

Yukarıdaki hükümlerin uygulanmasına rağmen beş asıl ve beş yedek üyenin tümü belirlenemediği takdirde, o ilçede seçime katılan ve teşkilatı bulunan diğer siyasi partiler arasında ad çekilir. Ad çekmedeki sıraya göre, adı çıkan, eksik üyelik sayısı kadar siyasi partinin yukarıda yazılan usulle bildireceği kimseler, sandık kurulu üyesi olur.

Yukarıdaki sandık kurullarının oluşumu ile ilgili yasa maddesine göre 22 temmuz 2007 seçim sonuçlarına göre AKP,CHP,MHP,DP,GENÇ PARTİ sandık kurullarında üye bulundurma hakkına sahiptir. Seçimlerde AKP’nin hedeflediği belediyeleri ve şu an sosyal demokratların elinde bulunan belediye başkanlıklarını tekrar kazanmanın yolu adayları sandık kurullarında üye bulundurma hakkı bulunan CHP’de “aynı yönde akan dereleri birleştirmek”ten geçtiğine inanıyorum. Önümüzdeki süreçte yıpratıcı tartışmaların sona ermesi ve bu partilerin tavanda olmasa bile, tabanda güçbirliği yapabilmesi için bazı sağlıklı adımların atılması zorunludur. 2009 yerel seçimlere dönük sosyal demokrat partiler ve adaylar arasında dayanışma ortamı doğmuştur. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Karayalçın’ı aday gösterme kararı “ Aynı yönde akan derelerin birleştirilmesi” konusunda atılan önemli bir adım olarak görüyorum. Bu kararın ülke genelinde adayların belirlenirken de göz önüne alınacağını gösteriyor.

Seçmen düzeyinde güçbirliği için yerel seçimlere giderken ortaya çoğulcu, katılımcı ve saydamlığı önemseyen bir bakış açısını ortaya koyabilmektir. Bu açıdan CHP toplumun önüne alışılmış üst yapı tartışmaları ve gerginlik politikaları yerine, yerelde işbirliği ortamını yaratmak için yeni stratejileri belirlediğini gösteriyor. Yenileşme, yeni insanlara ve iddialara fırsat verme ve yeni umutlarla AKP’yle sandıklarda hesaplaşma fırsatı ortaya çıkmıştır.



Çankaya Belediye Eski Başkanı Doğan Taşdelen yaptığı yazılı açıklamada, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın'ın başlattığı "birliktelik" sürecine katkı sunacağını ifade etti.



Sayın Doğan Taşdelen 1999 Seçimlerinde DSP’den adaylığı sonucu Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı Sosyal demokratların kaybetmesine neden olması nedeniyle Eskişehir’de katıldığı bir panelde özeleştiride bulunurak Ankara halkından ve o dönemdeki aday Sayın Murat Karayalçın’dan özür dilemiştir.



Yaşanılmış olanı aktarmak ve tarihe not düşmek adına bu satırları yazmak istedim.
Aynı senaryo 1994-1999-2004 Yerel Seçimlerinde yaşandı. Önümüzdeki yerel seçimleri sosyal demokratların kazanmaları için bu yaşanmışlardan ders çıkarmaları zorunludur.

Solun yerel seçimlerde tek adayla çıkmasını ve sandıklarda resmi sandık görevlisi bulundurma hakkı olan CHP’den gösterilecek adaylarla seçimlere girilmesini gerektiren somut bir durumla karşı kaşıyayız. Sorunları çözmek için duygusal yaklaşımlar, yerel seçimleri partilerinin oy yüzdelerini yükseltme aracı olarak görme yerine somut çözümleri üretmeleri gerekir. Seçimler sandıklara atılan oylarla değil atılan oyların seçim tutanaklarına ve birleştirme tutanaklarına ve de seçim sonuçlarına yansıtılıncaya kadar seçmenin verdiği oylara sahip çıkmak sürecidir. Geçmişten herkes ders çıkarmalıdır.

Yeni bölünmelerin önüne geçmek için elimizden geleni yapmak zorundayız. Oysa sorunun çözümü burada değildir; adres tek adayda uzlaşma ve tek ortak adayla seçime gitme iradesini göstermesi gereken partilerdir; anlaşma daha aday belirleme aşamasında partiler arasında olmalıdır.

Bu uzlaşma tüm ülke ve seçim bölgelerinde sağlanmalı; yerel seçime belediyelerde tek adayla girilmelidir. Bu uzlaşma umuttur. Bu işbirliği, tüm sosyal demokrat toplum kuruluşlarının da katılımıyla önümüzdeki yerel seçimlerde sağlanmalı; sol tüm belediyelere tek ve ortak aday çıkarmalıdır. Kişisel talepler, yarış ve adaylık hesapları bitmelidir. Genel başkanlar ve parti üst yönetimleri bu işbirliğini sağlamalı, konuya kurumsal yaklaşarak partiler arası mutabakatı oluşturmalıdır. Son dönemde yaşanan gelişmeler ve Türkiye'nin AKP ile geldiği tehlikeli süreç artık çözümü kaçınılmaz kılmıştır. Önümüzdeki seçimlere sosyal demokratlar, sol tek aday ve tek belediye meclis listesiyle girmelidir. AKP'ye belediyeleri kaptırmamanın ve yeni belediyeleri kazanmanın tek yolu budur



Bilindiği gibi son genel seçimde CHP ve DSP arasında özlenen işbirliği yapıldı ve 13 DSP Milletvekili CHP listesinden seçildi.
Önümüzdeki seçimlere sol tek aday ve tek belediye meclis listesiyle girmelidir. Sandık kurullarında resmi üye hakkı bulunan parti listelerinde buluşmanın sağlanması AKP'ye belediyeleri kaptırmamanın ve yeni belediyeleri kazanmanın yoludur..



Yusuf UYGAN

Grafiker



Not: 11.05.2007 tarihinde 22 temmuz seçimleri için kaleme aldığım "Aynı yönde akan derelerin birleşip çayları, akarsuları, denizleri, okyanusları oluşturmasını sağlamak için" Yazımı okumanızı dilerim


Yusuf UYGAN

© Copyright Solbirlik.org

8 Ocak 2009 Perşembe

TANDOĞAN, ÇAĞLAYAN, MANİSA, ÇANAKKALE, GÜNDOĞDU 23 Temmuz 2007 tarihiyle ilgili uyarıdır. Yusuf UYGAN
14.05.2007



23 Temmuz 2007 tarihiyle ilgili uyarıdır.

“Yeter artık birleşin ve iktidara yerleşin!”





Medya ve bunun dışında fiziki ve psikolojik baskılarla ezilen, “ütopyaları balçıkla sıvanan”, nutku tutulan, “Yeni Dünya Düzeni” içinde kendisine yeni bir kanal açamayan sol “iktidarsızdır”. Birleşmeyi sadece matematiksel toplam olarak görmek doğru değildir. Milletvekillikleri garantimi de pazarlıkları yapılıyor.



Soldaki partiler birleşsin yaratılacak sinerji ile iktidar hedefini yakalasınlar doğrusu bu değil mi?



Yoksa solda da milletvekilliğini mesleği olarak düşünenler mi var? Asıl kaynağından ders alarak, yeniden yapılanmayan, ona uygun projeler üretmeyen, bu anlamıyla iktidarı hedeflemeyen bir sol yarın da başarılı olamaz! “İktidarsız solun”, “iktidarsızlığını” aşarak başarılı olabilmesi tabii ki kendini sorgulamasından ve ortaya çıkıp “ben bu iktidarı tek başına istiyorum” demesinden geçiyor.





28 Mart 2004 en yakın seçim tarihi olması açısından Erdoğan’ı ve AKP’yi kıskanmamak mümkün değil. % 43 oy oranı ile çok ciddi başarı elde eden AKP Antalya’da, adeta bir “sol parti” havasında, “Durum Değerlendirmesi” ve “Parti Kadrolarında Motivasyonu Arttırma” amaçlı “Parti Okulu” yaparken, soldaki yenilginin doğrudan adresi CHP dahil, solun bütün partileri, bırakın ciddi bir sorgulamayı, “şu sonuçlar bir an önce unutulsa da kendi işimize baksak” havasındaydılar! Soruna bu ciddiyetsizlikte yaklaşılırsa “makus talih” tekerrür eder:



Biz 2002, 2004 seçimlerinin sonuçlarını 2007”de de Tarih tekerrür dür diye yaşamak istemiyorsak ayrılıklarımızı ön plana çıkartarak değil “Ortak paydayı” solun evrensel değerleri olarak görüp sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. Hayatın bir çok alanında olduğu gibi, siyasette de sonuçlar önemlidir. Yaşanan çıplak yenilgiye rağmen, hiç bir sol parti yönetimi, seçim yenilgisini kabul etmedi. Oysa tahlilin veya gerekçelerin ötesinde, seçimlerde alınan oylar, oy oranları ve belediye başkanlığı sayılarının dağılımı, sol parti yönetimlerinin “seçim başarısı” yorumlarını tümden reddediyor.



Bu konuda en çok özveri de bulunması gerekenler de Soldaki partilerin Genel başkanları, genel merkez yöneticileri, il ve ilçe yöneticileri, üyeleri, sempati duyanlar oy verenlerdir. Tandoğan, Çağlayan, Manisa, Çanakkale, Gündoğdu meydanlarını dolduran halk Demokrasiye, Cumhuriyete, Laikliğe Özgürce yaşama isteğine sahip çıktı. Temmuz 2008 seçimlerinde de “ortak payda”da seçim işbirliği yapıldığı takdirde sandığa da sahip çıkacaktır. Tandoğan, Çağlayan, Manisa, Çanakkale, Gündoğdu, fotoğrafının bize anlattığı budur. Un var, şeker var, su var sıra helva yapmada.



Nasrettin hocanın meşhur fıkrasında suya gönderdiği çocuk misali Su testisi kırıldıktan sonra hiçbir işe yaramaz. Nasrettin hoca misali çocuğa tokadı önceden atmak gerekiyor. Bu tokat belki de akılları başa getirir. Sağlıklı düşünmeleri sağlar. Temmuz 2007 öncesi soldaki liderlerin kendilerine bu mitinglerde atılan “birleşin” tokadını doğru yorumlayıp gereğini yapmalarını bekliyoruz. Testinin kırılması onlara da fayda sağlamaz.



Artık yöneten olma zamanıdır!



AKP, mevcut durumda alternatifi de olmadığı için, kendi içinde tarikat ve uluslararası çıkarlardan dolayı iktidar kavgası çıkmadığı sürece iktidardadır. Kaldı ki, “iyi bir takım” görüntüsü çizen ve kendi kadrolarına “vefalı” davranan AKP’de kısa bir dönemde “çatırdama” beklemek hayal gibi gözüküyor.



Yani özetle, ya AKP’nin kendi içinde çatırdamasını bekleyeceğiz, ya “makus talihimizi” kabulleneceğiz, yada “iktidarı istiyoruz, çünkü biz bu ülkeyi daha iyi yönetiriz, hakettiği seviyeye taşırız” diyeceğiz! Bu anlamıyla, yaşananları kader olarak görmeyen ve “evet iktidarı istiyoruz” diyenlerle yola çıkacağız. Bu yaklaşımdan hareketle, yeni dönemde iktidar yürüyüşünün nasıl başlayacağı tartışması bugünden şekillendirilmelidir. Bu tartışmanın, gelinen bu sonuçta en fazla payı ve sorumluluğu olan CHP üzerine yapılması, tartışmanın Deniz Baykal’ın değiştirilmesine indirgenmesi son derece eksiktir ve sonuç almaktan uzaktır. Diğer partiler ve liderlerin de sorumluluğu vardır.



Türkiye solunun, asıl kaynağından alınan sol bir programa ve en önemlisi bir kimliğe ve bu “kimliği” 70 milyona deklere edecek sol partilerin seçim işbirliğini sağlamalarına bu birlikteliği bir partide buluşturmaya gereksinim vardır. Bu tartışmaların sağlıklı bir zeminde gelişebilmesinin olmazsa olmaz kriteri ise, solda bütün partileri, sivil toplum örgütlerini ve sola yakın duran sendikaları kucaklayacak bir şekilde, kendisini bu seçimlerde “demokratik güçbirliği” olarak kısmen göstermiş olan “yanyana gelme kültürünü” benimsemektir!



Temmuz 2007 seçimlerinin ana temasının “Solu Türkiye’de iktidar yapmak için” seçim işbirliği yapılması olduğuna inanıyorum. Türkiye’yi karanlığa teslim etmemek, herkesin kendi kimliğini, inancını, kültürünü rahatça yaşayabileceği demokratik bir Türkiye’nin yaratılması için, solun yeniden yapılanması ve iktidar olması zorunludur!





Yusuf UYGAN

Grafiker- Fotoğraf sanatçısı


Yusuf UYGAN

Aynı yönde akan derelerin birleşip çayları, akarsuları, denizleri, okyanusları oluşturmasını sağlamak için

Aynı yönde akan derelerin birleşip çayları, akarsuları, denizleri, okyanusları oluşturmasını sağlamak için
11.05.2007



"Aynı yönde akan derelerin birleşip çayları, akarsuları, denizleri, okyanusları oluşturmasını sağlamak için"

Değerli genel başkanlar ve parti yöneticileri;
"hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
için ülkemizin ve halkımızın geleceğinden 5 yıl daha çalınmaması için…



Irkçılığın, savaş çığırtkanlığının, tahammülsüzlüğün, işsizlik, yoksulluk ve adaletsizliğin ulaştığı tehlikeli boyutlar karşısında sadece cenazelerde omuz omuza veriyor olmaktan şikayetçiyiz. Son kitlesel mitinglerde de görüldüğü gibi yolu

Özgürlük, eşitlik, demokrasi, adalet, emek, halkların kardeşliği, barış ve refahtan yana olanların sesinin daha yüksek çıkmasını arzu ediyoruz.

Bu nedenle; hepimizin, her sol parti ve sendikanın sahip çıktığı ortak taleplerimiz var ve bu taleplerin Meclis kürsüsünden dile getirilmesini amaçlıyoruz.



Bunu sağlamak amacıyla Solda;

"Aynı yönde akan derelerin birleşip çayları,
akarsuları, denizleri, okyanusları oluşturmasını sağlamak için"
seçim işbirliğinin gerçekleşmesi, çağdaş, ileri ve demokratik bir Türkiye özlemini taşıyan milyonlarca insanı harekete geçirecektir. Solda ortak tutumların geliştirilmesi ve topluma inandırıcı bir gelecek planı sunulması, geniş halk kitlelerine heyecan ve iktidar umudu verecektir. Cumhuriyetçi, yurtsever, anti-emperyalist, devrimci demokrat, sol eğilimli kararsız seçmen oy verecek parti arıyor. Verilen oylar da bölünüyor. Bu nedenle yerel ve genel bütün kaleler kaybedildi. (İstanbul, Ankara, İzmit, Antalya) 2002 seçimlerinde 43 milyon seçmenin % 25'i oy kullanmadı. Bu seçmenler arasında solu tercih edecek kesimin çoğunluk olduğuna inanıyoruz. Artık bu "parçalı bulutlu solun" birleşmesi ülkemizi aydınlık, iyiden, güzelden yana bir dünya kurulması için sağanak yağmura dönüşmesini istiyoruz.



Biz aşağıda imzası bulunanlar, demokratik sol ya da sosyal demokrat bütün siyasal partileri, grupları ve kişileri seçim ittifakı gibi sonuç verecek büyük buluşmayı gerçekleştirmeye çağırıyoruz. Ülkemizin geleceğinin bencil ve sığ politikacıların koltuk kavgalarına teslim edilmemesini istiyoruz.



Solun seçim işbirliği görevinden kaçanlar bilmelidirler ki, hırsla sarıldıkları koltuklarının ülkeye bir hayrı olmayacağı gibi, kendilerini kurtarması da söz konusu değildir.

'Umut soldadır'


Bu ülkeyi ve bu ülkenin insanlarını artık sağa teslim etme lüksümüz yok. Sağın alternatifinin sağ olmasına seyirci kalamayız.

Çocuklarımızın geleceği için " Günü kurtarmak değil geleceği birlikte kurmak için birleşin. Bu sağlanmazsa seçmen olarak bu tutumu protesto edeceğiz hiçbir sol partiye oy vermeyeceğiz….

Lütfen bu mailleri ilgili Genel Başkanlara yığınsal biçimde gönderelim.
Kar topu büyüsün….

Yusuf UYGAN
Grafiker-Fotoğraf Sanatçısı


Yusuf UYGAN

© Copyright Solbirlik.org

7 Ocak 2009 Çarşamba

DEMOKRASİ ve YÖNETİME KATILMA-Yusuf UYGAN

12.05.2007



Yönetsel demokrasi insanlık tarihinin ilk toplu yaşamasının başladığı ilkel toplumlardan yönetenler ve yönetilenlerin ilk ayrıştığı dönem Tunç devrinin başladığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Günümüzde ise katılmalı yönetim Endüstriyel Demokrasi sayesinde Avrupa ülkelerinin uygulamaya koyduğu bir yöntemdir.



Özellikle İskandinav ülkelerinde bu yöntem yaşamın her alanında uygulanmaktadır. Toplumsal gereksinimlerden doğan toplumsal davranışları etkileyip yönlendirebilmek için toplumsal ürün olarak katılmalı yönetim gereklidir. Yönetime katılmak ayrı anlam içerir, katılmalı yönetim ayrı anlam içerir. Katılmalı yönetim toplumu ilgilendiren her konuda görüş ve karar yetkisinin olmasıdır.



Endüstriyel demokrasi temel sorunların kavram, boyut ve kapsam olduğunu bireyin kendi konumunu belirlerken bu temel ögeleri değerlendirdiğini ortaya koymuştur.


Egemen ve belirleyici özellik tarihsel hareketi değil tarihsel hareket izlenimini bir film şeridi gibi gözlemlemekteyiz. Yönetim ideolojilerini incelerken insanların toplumsal sürece nasıl katıldığını, konumunu, üstlendiği rolü, katılmalı yönetim sürecinde sağladığı faydaları ortaya koymak zorundayız.


Neolotik dönemde ekonomik çalışmaları avlama ve toplamaya dönük olduğu dönemlerde ilkel işbölümleri cinsiyet esasına, toplumsal örgütlenmeleri klan ve kabile gibi kandaşlık gruplarına dayalı insan toplulukları için yöneten ve yönetilen ayırımından söz edemeyiz. Bu nedenle yönetim ideolojisi yoktur. Ancak bazı kazı sonuçlarından elde edilen bilgilere göre hayvanların evcilleştirilmesiyle başlayan ve insanlık tarihinde ilk üretim sürecine girdiklerini öğreniyoruz.



Bu süreçte kendi gereksinimlerinden fazlasını üreten insanlar üretim faaliyetlerinin örgütlenmesi ve ürün fazlasının bölüştürülmesi bile yönetsel bir görevin başlangıcı olan toplumsal işbölümünde bile yönetimsiz dönemlere rastlanmaktadır. Dünya da ilk tarımcı yerleşme merkezinin Mezopotamya da bir vaha köyünün ortaya çıkarılmasıyla açığa çıkmıştır. Bu tarımla uğraşan bu köyde bile yönetsel etkinliğe rastlanmamıştır. Yönlendirilmiş toplu çalışmaların ancak ortak düşmana karşı örgütlenme döneminde bazı görevsel ayrılıkların olduğunu düşünebiliriz.



Tunç çağından Avrupa’da yapılan kazılarda topraklar üzerinde ortak mülkiyetin bulunduğu, işbölümünün cinsiyet ayırımına dayandığı erkeklerin hayvan bakımı, avcılık ve silah yapımıyla uğraştıkları , kadınların da yiyecek ve giyecek üretiminin yükünü çektikleri ortaya çıkmıştır.


Demir madeninin eritilip dökülmesinden sonra tarım, sanayii ve savaş gibi bazı faaliyetleri demokratikleştiren bir süreç yaşanmıştır. Dayanıklı tunç madeninin sabanlarda kullanılmasından sonra geniş alanlar tarıma açılmıştır. Kadın yerine öküzle çekilen sabanlar tahıl ve hayvan yetiştiriciliğini kaynaştırmıştır. İnsana kendisinin gereksiniminden çok üretmesi özel mülkiyet ilişkisini doğurmuştur. Bu dönemdeki yönetime katılım davar ve köle zenginliğine dayalı biçimde gelişmiştir.
Emekten tasarruf etmenin en eski yolu olarak yağma savaşlarının başladığı süregen haline geldiği dönemlerin olduğunu gözlemliyoruz. Bu dönemde gönüllü ve görevsel örgütlenmelerin ortaya çıktığını görüyoruz.

Ortak mülkiyeti koruyacak otoritenin babadan oğula geçen bir yönetsel mekanizmaya dönüştüğünü gözlemliyoruz. Kılıç ve sabanın üretildiği dönemlerde askersel örgütlenmelerin ortaya çıktığını arabalı savaşçıların Met’lerin, pers’lerin Anadolu da Lidya, Frigya, Kalibes ve dor’ların yunan yarımadasına saldırdıklarını tarihçilerin notlarından öğreniyoruz. Savaş ve savaş için örgütlenmenin halk hayatının ayrılmaz bir parçası olduğu ortaya çıkmıştır.


Ataerkil yönetim ideolojisi mal varlıkçı babadan kalan mirasla temelinde varlıkçı otoriteyi ifade eder. Otoritenin tek kaynağı baba- aile reisi olarak işletmenin kilit noktaları aile üyelerince tutulmaktaydı. Baba yönetenle yönetilenleri geçinme gereksinimlerinden sorumludur.
Demir çağının şekillenişinden feodalitenin çözülmeye başladığı dönemlere kadar ataerkil yönetim ideolojisi yönetilenleri eşya ve insan olarak görüp birleştirici unsur olmuştur. Ataerkil yönetim tarzı buhar gücünün ekonomiye katılmasından sonra mal-para ilişkilerinin yaşandığı süreçler ortaya çıkmıştır. Ekonomik ve örgütsel temelleri düzenli ve yeterli örgütlenmenin olmadığı koşullarda aile reisi mutlak otorite olarak yönetime katılmıştır.

Avrupa da feodaliteden kapitalist mülkiyet ve küçük aile işletmeciliğine götüren bir süreç küçük aile mülkiyetine dayanan örgütsel ve ideolojik davranışların ekonominin düzenli işleyişini bozduğu görüşmüştür. Yeni yönetsel biçimler ortaya çıkmıştır. İngiltere de burjuva sınıfının işçiler üzerinde kesin otorite kurma hakkının hiçbir zaman işçilerin refahını gözetmek gibi bir görevi olmadığı düşünülmüştür.

Amerika da ise işverenin başarısının otoriteyi güçlünün varolması biçiminde yorumladıkları görülmektedir. 20. Yüzyıl başlarında bilimsel yönetim kavramı tüm ataerkil kalıntılardan arındırarak mal varlıklarının tekelci mülkiyet temeline oturtmuştur.


1929 dünya kapitalist bunalımından sonra üretim süreci içinde üretim için gerekli süre ile zorunlu dinlenme sürelerinin iş verimliliği konusunda katkı sağladığı görülmüştür. Yeni işlerin üretiminden işçinin yetenekleri, işe alınma yöntemi, yerleştirmenin bilime bağlanması uygun ve verimli olacağı düşünülmüştür.

Bu bilimsel bulgular ışığında üretim sürecine işçilerin katkısının sağlanabilmesi için kademeli işçilik- parça başı ücret yöntemleri sistemleri denenmiştir. Üretim verimliliğinin arttırılmasında sendikanın fonksiyonunun olmadığı Taylorculuk çözümlemelerin temelinde bireysel işçilerin etkili olduğunu savunmuştur. Sendikaların varlığının gereksiz olduğunu ve işçilerin ekonomik çıkarlarına zarar veren unsurlar olduğunu söyleyerek sistemli sendika düşmanlığı yapılmıştır. Ancak işçilerin üretimin tekelleşmesi sürecinde suskun olmadıkları görülmüştür. İnsan ilişkilerinde insan ve örgüt kavramı ilişkiler bütününü ortaya çıkarmıştır.

İşçiyle ürettiği ürünü, işçiyle diğer işçiler arasındaki ilişki, işçinin üstleri ile olan ilişkileri, çalışma şartlarıyla üretim ilişkisi süreçlerini düzenleyen sistemler kurulması gerektiğini ortaya koymuştur.
Katılmalı yönetim yer. Soy, gelenek ve mülk birliğiyle nitelendirilen ataerkil yönetim biçimlerinden, tunç çağının yönetim biçimlerine kadar her aşamada toplum kesimlerinin kendisine dersler çıkarması sonucunda ortaya çıkmıştır.

Katılmalı yönetimde iki temel unsur otorite ve demokrasi arasındaki ilişkidir. Bilimsel yönetimle verimliliği, insan ilişkileriyle de sosyal adaleti düzenleme gerekliliği vardır.

Emek verimliliğini artırmak için kurumlaşmış bir işçi işveren ilişkisinin düzenlenmesi gerekir. Ancak sınırları özel mülkiyetçe çizilmiş otoriteyle demokrasiyi uzlaştırmaya çalışan katılmalı yönetim ideolojisi de yeni yönetsel anlayışların ortaya çıkmasına engel olamamıştır. Hedeflere göre yönetim, insanların kişisel amaçlarının örgütsel mücadele yöntemleri ve çalışma yöntemlerinin yeniden düzenlenmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.


YÖNETİŞİM KAVRAMININ TEORİK ANALİZİ VE PRATİK UYGULAMALARI


Örgütsel dağınıklıktan ve örgüt amaçlarının gerçekleşmesinde rastlantı olmaktan kurtarabilmek için örgütün kendisiyle yöneldiği amaçlar arasında sağlam bağların kurulması gerekir.

Örgüte göre amaç ile amaca göre örgüt örgütsel başarının temel ayrılmaz bir ön şartı ve parçasıdır. Çalışanlarla çalıştıranların özel mülkiyetçe sınırlanmış koşullarda işbirliği yapmaları emek verimliliğini artırmalarını öngören yönetime katılma işyeri ilişkilerinin düzenlenmesinde önemlidir.

Sanayinin yöneticileriyle işçiler arasındaki karşılıklı anlaşmayla özel ücret anlaşmasını öngören endüstriyel demokrasi, işbirliği ve danışmanın tam karşıtı olarak işyeri ilişkilerini düzenlemenin işçilerin yönetime katılmamasını savunan toplu pazarlık düzeni ücret pazarlığının dışında başka kazanç sağlamamıştır.
İşçinin yönetime katılması yönetim, otorite, sorumluluk, ve denetim kavramları yönetsel eylem dizisidir. Yönetişim kararlara katılma, uygulamaya katılma, kontrole katılma gerçekleştiğinde üretim süreci gerçekleşir. Yönetişim örgütteki her üyenin örgütsel etkinliğinin arttırılması için fiziki çabaların olduğu kadar zeka ve buluşlarıyla katkı sağlamaları biçimsel bir yönetimin varlığını gerektirdiği, örgüt içindeki çıkar gruplarını temsil eden ve doğrudan doğruya karar verme sürecini etkileyen komiteler ağının kurulmasını gerekli görür. Yönetimin örgütlediği insan kaynakları olan işçilerin yönetime katılması nezaretçi, ustabaşı seviyesinde dikey örgütlenme biçiminde düşünülmektedir.

Yönetime katılmayla verimlilik artışı arasıdaki ilişkiler sürekli tartışma konusu olmuştur. Demokrasiye göre otorite sosyal adalet kaygılarına göre denge durumudur. Türkiye deki işletmelerdeki işçi sınıfı hareketi ideolojik yönelimi ile bir İtalya’daki işletmelerin kapitalist dönüşümleri aynı özü taşımaz. İnsanın eşya gibi demokrasi, sosyal adalet ve işçi haklarının başka bir koldan insanın insan gibi yönetilmesi kendilerini birleştiren katılmalı yönetim ideolojisini oluşturdukları gözlenebilir.

Dünya katılma pratiğine baktığımızda emek verimliliğini artırma çabalarının işçilerde terk edilme korkusu yarattığı gözlemlenmektedir. Bu gözlem ve varsayım yönetime katılmanın da verimlilik artışından sosyal adalete, sosyal konulardan ekonomik konulara, uygulamaların izlenmesine, karar vermeye ve bilgi edinmeden eşit katılmaya kadar endüstriyel demokrasi kapsamına giren ana konuları oluşturmaktadır. Sosyo-ekonomik yapıdan üretimde kullanılan tekniklere, işçilerle işverenlerin siyasal ve ideolojik eğilimlerinden işçilerle işverenlerin kişisel tutumlarına kadar bir çok değişken olduğunu görüyoruz. Sosyo-ekonomik yapı gibi dışsal etkenler ile sendikaların katılma mekanizmasındaki yeri gibi içsel etkenler yönetime katılmanın hangi boyutlarda gerçekleştiğini ortaya koymaktadır.

Yönetime katılma sınırları özel mülkiyetçe ve genel amacı da emek verimliliğinin sınırlandırılmasıyla belirlenmiş bir alanda tarafların birbirlerine karşı sorumluluklarını görevli sayan organlar tarafından işçi-işveren ilişkilerini kurumlaştıran bir yöntemdir Endüstriyel Demokrasi.
Yönetişim; katılmanın başarı derecesine toplumsal süreçlere katılma oranına göre önem kazanır. Katılmanın hangi koşullarda gerçekleşeceği, araç ve amaç arasındaki teorik ve pratik uygulamada ne tür işbirliğinin olduğu, katılımın nasıl somutlaştığı da önemlidir. Toplum kesimlerinin fikri katkı ve kendi isteklerini gerçekleştirme, iletişim ve üretimi engelleyen durumların ortadan kaldırılmasını, siyasal demokrasinin gerçekleşmesi halinde ortaya konulabileceği düşünülebilir.

Burada önemli olan teorik ve pratik tutarlılık öncelikli uygulanan bir yöntem olabilir. Katılım ile verimlilik arasındaki ilişkide nicelik sonucu belirlemesi halinde azınlıkların haklarının korunması demek olan demokrasinin işleyişi zarar görür.

Yönetime katılmada en önemli etken ideolojiden toplumsala ve ekonomiden siyasala kadar sayısız etkeni içeren “ulusal çevre “ olgusudur. Ulusal çevrenin yönetişimin boyutlarını nasıl etkilediğini görelim. Ülkeler arasındaki farklı ekonomik uygulamaların özellikle merkez ülkelerin(metropol ülkelerin) yönetime katılım yöntemleri ve toplumsal sınıfların talepleri farklıdır.
Çevre ülkelerin (merkeze ekonomik alanda bağlı kalan) yönetime katılım ve toplumsal sınıfların taleplerinin farklı olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik gelişkinlik merkez ülkelerde özellikle kendi ülkesinin halkına olanak olarak sunulması nedeniyle katılım taleplerinin farklı olduğunu görüyoruz.




Düzeni değiştirmenin anahtarı önce onu anlamaktan geçer. Ekonomik, bilişsel, toplumsal değişimin hızı baş döndürücü hızla gelişiyor. Üretim ilişkileri başka boyutlar kazanmakta, daha çok bilgisayar teknolojileri ve robotların üretim yaptığı bir dünyadayız. Bu giderek toplumsal sorunları da arttırıyor.



İşsizlik artıyor, suç ve uyuşturucu, toplumun kimliğini kaybetmesi, toplumsal şizofreni, aile istikrarsızlığı ve parçalanma. Dijital teknolojilerin gelişmesiyle toplumsal değişimler.

İşte bu ortamda Sosyal Demokratlara,demokratik sosyalistlere, komünistlere çok görev düşmektedir. Öncelikle toplumsal değişimin bayraktarlığını yapmak, insanlar arasındaki güvensizliği ortadan kaldıracak, insanı özgür kılacak şekilde yönetim tarzını geliştirmek zorundadırlar.




Dünyanın bu yeni biçimine insanların ayak uydurmasını sağlamak amacıyla onlara donanımlar kazandırmak zorundayız. Bu solun kollektif düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Temeli insan olan,
İnsanın gereksinimlerini gidermeyi temel alan çözümler bulmak durumundayız.



ÜRETİM, YÖNETİM, PAYLAŞIM üçgeninde bireyin alacağı rol çok önemlidir. Üretim de yer alıp yönetim ve paylaşımdan pay almayan toplum kesimleri yani birey, insan , sizin çözüm önerilerinize güvenmez. Kendisini temsil edecekleri seçmek için sandığa gitmeyiş nedeni, duyarsızlık bu nedenledir. Çünkü seçip gönderdiklerinin kendilerini temsil etmediklerine inancı oluşmuştur. Üstelik yönetime katılmayı düşündüğünde de önüne çıkan lider demokrasisi, oligarşi ,emeğe saygısızlık, siyaset üretenlerin yürütmeye seçilemeyeceklerine inanç çeşitli uygulamalardan görüldüğü için insan siyasetten uzaklaşıyor. Yani düzen değişmez, düzen her zaman güçlüden yanadır.

Onların oy vererek seçip gönderdikleri paylaşımdan çok büyük paylar almak ta, ona asgari ücret bulabilirse bir dilim ekmek. Üretimden kendisine düşen pay azaldıkça başlayan duyarsızlık.

Oysa insanlara oynayacakları rolün büyük olduğunu anlatmak zorundayız. İster hükümet idari erk, isterse gayrı resmi dayanışma aracılığıyla insanların tümüne üretim de, yönetim de, paylaşım da roller vardır. Birlikte üretmek, birlikte yönetmek, birlikte paylaşmak. Bunları ortak akılla yapmazsak, düşüncenin ilk kaynağına ait olduğu yere saygı duymazsak, emeğe saygı duymazsak, hukuk kurallarını hiçe sayarsak toplumu yönetmeye nasıl talip oluruz.

Biz sosyal demokratlar, soldakiler,Demokratik sosyalistler olarak herkese fırsat eşitliğinin verilmesi için hep sosyal adaleti ön plana çıkamadık mı?

Sosyal adaleti sağlamak amacıyla eğitim, beceri kazandırmaya ve yaşam boyu öğrenime önem vermeliyiz . Halkımız eğitim den aldığı pay oranında gelişecektir. O nedenle de kendisini temsil eden görüşü iktidar yapmak için çalışacaktır.


Bilişim devrimi nedeniyle değişen üretim teknolojilerine ayak uydurabilecek donanımlı birey yaratmak hedef olmalıdır. Bilgi çağının teknolojilerinin gelişmesini sağlayacak yeni buluşların teşvik edilmesi gerekir.


Haklar ve sorumluluklar temelinde yurttaşlara biz fırsat veriyoruz, sizden sorumluluk talep ediyoruz, sizinde katılacağınız demokratik yapıyı sizi dışlamadan kuracağız inancını ortaya koymalıyız. İnsana ve onun ürettiklerinin ona ait olduğuna inanıp onu tasdik etmeliyiz. Üretilene imza atmak her insanın doğasında vardır.




Yusuf UYGAN

© Copyright Solbirlik.org

DERYAYA YOL BULMAYA KUDRETİN VARKEN NEDEN ÇİĞ TANESİ PEŞİNDESİN? Yusuf UYGAN

24.05.2007



“...bütün öngörüler yanılır. Bu, insana bahşedilmiş çok nadir kesin bilgilerden biridir. Ama Öngörüler, gelecek hakkında yanılsa da kendilerini dile getirenler hakkında doğruyu söyler, onların şimdiki zamanlarını, nasıl yaşadıklarını anlamak için en iyi anahtardır...”

‘BİLMEMEK’
Milan Kundera

Devlet nedir? Devlete niçin gerek vardır? Devletin ekonomide üstlenmesi gereken rol ve fonksiyonlar neler olmalıdır? Piyasa, etkinlik açısından devletten daha mı başarılıdır? Piyasanın başarısız olduğu anlar nelerdir? Devletin ekonomiye müdahalesi piyasa başarsızlıklarını ne ölçüde ortadan kaldırabilir? Devlete müdahaleleri sonucunda ortaya çıkan sorunlar nelerdir? Devlet niçin sürekli büyümektedir? Devletin büyümesinin sonuçları ve etkileri nelerdir? Devletin başarısızlıklar, devlet müdahalelerinin kaçınılmaz bir sonucu mudur? Devletin güç ve yetkileri niçin sınırlandırılmalıdır?
"İdeal devlet nedir? nasıl olmalıdır?" sorusuna yüzyıllardır cevap aranıyor. İdeal devlet arayışının en azından ilk çağda yaşamış Sokrat ve öğrencisi Eflatun'la başladığını ve bunca yüzyıl tüm hararetiyle devam ettiğini biliyoruz. Eflatun, "Devlet" adını taşıyan kitabında ideal devleti ve ideal siyasal yönetim biçimini araştırır, Eflatun'u takiben ilk çağda Aristo; orta çağda Thomas d'Aquino, İbni Haldun, Ciceren ; modern çağda ise Niccolo Machiavelli, Thomas Hobbes, Jean Bodin, John Locke, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Adam Smith, David Hume gibi büyük filozoflar hep ideal devletin ne olduğunu ortaya koymaya çalışmışlardır. Filozofların düşüncelerine dayalı olarak siyasi ve iktisadi doktrinler de ideal devlet arayışı içerisinde olmuşlardır. Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm devleti kutsallaştırmışken, anarşizm ve lîbertarianîzm gibi akımlar birey özgürlüklerini ihlal ettiği için devlete tamamen karşı olmuşlar ve hatta devletin tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuşlardır.

Değişim çağında ayakta kalabilmenin, yaşayabilmenin, yükselebilmenin ve yüksek performası sürdürebilmenin sırları "bilgi", "kalite", "strateji", "sinerji", "insan kaynakları", "sürekli öğrenme", "sürekli gelişme" (kaizen) gibi kavramlarda saklıdır. Ve tüm bunlarla birlikte değişim çağında değişimin nasıl yönetilebileceğini öğrenmek gereklidir.
Değişim çağında tüm organizasyonların başta "değişim yönetimi" olmak üzere, "stratejik yönetim", "bilgi yönetimi", "toplam kalite yönetimi", "sinerjik yönetim" ve "insan yönetimi" gibi yeni yönetim tekniklerini öğrenmeleri ve kararlılıkla uygulamaları ...

Dünya çok önemli bir değişim süreci içerisinde bulunuyor. Ekonomiden siyasete; devlet yönetiminden şirket yönetimine; değerlerden inançlara kadar her şey ama her şey değişiyor. Bilim ve teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. "Bilgi Çağı" adı verilen bir yeni dönem içerisinde bulunuyoruz. Tüm dünyada modern toplumdan post-modern topluma geçiş yönünde yeni ilkeler benimseniyor ve yeni yükselen değerler toplumları geleneksel değerlerden kopmaya ve değişime zorluyor. Dünyada bilişim teknolojisi alanındaki gelişmeler ve sibernetik devrim ülkeleri, diğer toplumlar gelişmelerden etkileniyor.


İnsan doğası itibariyle özgür yaratılmıştır. Ancak insan, eylemlerinde ve davranışlarında sınırsız bir özgürlüğe sahip olamaz. Özgürlüklerin, başkalarının hakları ve özgürlüklerini ihlal etmeyecek bir şekilde kullanılması gerekir.


İnsanların doğal yaşama döneminden çıkmalarının ve siyasi toplumun egemenliği altına girmelerinin tek nedeni doğal hakların güvence altına alınmasıdır. Devletin varoluş sebebi, insanın doğal haklarının ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Güvenlik, adalet ve yargı gibi hizmetleri üstlenecek bir minimal devlet, özgürlüklerin güvence altına alınması için gereklidir.


Dünya toplumlarının bu güç ve iradenin karşısında izlemesi gereken strateji, gerçek ve gönüllü iş bölümüne giden yolları zorlamaktır. Biyolojik bağımsızlık ve sosyolojik bağımlılık arasındaki çelişme, gönüllü iş bölümünü imkansız kılmaktadır. Ancak insan toplulukları, örgütlü küresel güç karşısında sadece kendilerini koruyabilmek için de olsa, güç ve iş birliğine gitmesi gerektiğinin farkına varacaktır. Bu sebeple de her geçen gün toplumlar daha büyük ölçekte örgütlenerek bütünleşecektir. Bu tam bir gönüllü iş birliği olmayacaktır. Ancak, tıpkı ulus devlette, güçlü sermaye gruplarının karşısında örgütlü toplumsal mücadele ile denge sağladığı gibi, küresel ölçekte de insanlık, örgütlü mücadelenin yollarını bulacaktır. Bu olgu, tarihi sonlandıracak değildir; tarihsel gelişim dingin bir toplumsal yapının oluşması ile son bulacak değildir. Çünkü temel çelişki, insan var oldukça varlığını sürdürecek, toplumsal yapı içinde mücadeleler devam edecektir. Ancak salt bu mücadele biçimi dahi, her geçen gün daha üst seviyede iş ve güç birliği, daha yüksek ölçekte bütünleşmeyi sağlayacaktır. Bunun için yapılması gereken, öncelikle komşu toplumlarla bütünleşmenin yollarını aramak, ulus devletten, bölgesel siyasi oluşumlara doğru sıçramaktır. Çünkü, tarihsel gelişim, insan topluluklarının giderek daha büyük ölçekte, ancak kademeli olarak bütünleşmeleri yolundadır. Tekelci sermaye bu gidişi değiştirip, bölgesel devletleri doğmadan yok etmeye çalışmaktadır; çünkü, yukarıda açıklandığı gibi kendi gücü, küresel seviyeye ulaşmıştır. Bu oyunun bozulması, bölgesel oluşumları teşvik etmekle mümkündür. Bir de, ortak akıl, temel çelişkinin bir ayağı olan biyolojik bağımsızlığı, toplumsal gelişim için kullanmalıdır. Çünkü tek tek bireylerin biyolojik bağımsızlıktan kaynaklanan güdülerini tatmin etme yolları açık tutulduğu, bireyler arasında kontrol edilebilir bir rekabet sağlandığı takdirde; diğer yandan, gücün tekelleşmesinin önüne geçecek ve iş bölümünü örgütleme gücünü sürekli olarak tabana yayacak hukuksal ve siyasal araçlar kullanılabildiği ölçüde, temel çelişki de kontrol edilebilecek ve insanlığın yararına kullanılabilecektir.


Dünya’da küreselleşme ve Rekabete dayalı piyasa ekonomisinin hakimiyeti yanında 1990’lı yıllarda Japonya’nın dünya ekonomisinde üstlendiği rolün artması, bilgi-işlem teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak bilgilerin çok çabuk yayılması ve teknoloji alanında ortaya çıkan uluslararası rekabet dünya ekonomisinde önemli gelişmelere neden olmuştur.


Ortaya çıkan küresel rekabet, yerel ve bölgesel düzeyde rekabeti de yoğunlaştırmıştır. Artık Dünya’da sermaye, bilgi, teknoloji, hammadde ve onlar kadar yüksek olmasa da emek transfer edilebilmekte, bu durum uluslararası rekabetin şiddetini arttırırken uluslararası pazar ile yerel pazarlar ayrılmaz bir bütün oluşturmakta, devletin ekonomiye müdahale alanlarının daraldığı gözlenmektedir. Devlet bütçe açıklarını kapatmak ve gelir sağlamak yanında ekonomik etkinliği arttırmak çabası ile özel sektör ile rekabet halinde olduğu alanlardan çekilmekte ve ekonomik faaliyetlerini yeniden düzenlemektedir.


Ekonomi perspektifinden bakıldığında özelleştirmenin başta istihdam olmak üzere çeşitli alanlarda etkisi kamu kesiminin göreceli öneminden etkilenecektir. Zira kamu kesiminin büyüklüğü ve ekonomi içindeki etkinliği ülkeler arasında büyük farklılıklar göstermektedir. Günümüze kadar geçen süreçte, çok sayıda nedenle gittikçe büyüdüğü gözlenmiştir. Sonuçta düşük verimlilikte çalışan, sürekli istikrarsızlık üreten, gelir dağılımındaki dengeleri daha da bozan bir ekonomik yapı şekillenmiştir. "Ancak günümüzde artık insanların devlete değil, devletin bireye ve topluma hizmet etmesi, onun hak ve özgürlüklerini güvence altına alması anlayışı benimsenmeye başlamıştır"


Esas itibariyle devletin ekonomi içindeki payını belirlemede iki temel ölçüte başvurulur. Bunlar;


1.Toplam vergi gelirlerinin milli gelir içindeki payı,


2.Toplam kamu harcamalarının milli gelir içindeki payıdır.


Böylece özellikle bizim gibi ülkelerin rakipleriyle yarışabilmesi ve dünya ticareti içindeki payını arttırabilmesi için yapılması gereken, vergi gelirlerinin milli gelir içindeki payının artması ve bu yolla eğitim, sağlık, güvenlik gibi toplumsal verimliliği yükseltici hizmetlerin gelişmesinin sağlanmasıdır.


Devletin küçülmesindeki amaç, her şeyi üreten, müdahale eden devlet yerine standartları belirleyen, kuralları koyan, denetleyen; rant yaratan değil, bunu engelleyen; ileri teknoloji ve yüksek verimlilik düzeyinde demokratik sanayi oluşmasını hedefleyen bir devlet olmalıdır . Optimal devlet, sınırlı ve sorumlu devlettir. Negatif müdahale yapmayan bireyin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, çeşitli kesimler arasında tarafsız kalan, demokratik ve katılımcı bir devlet modelidir. Küreselleşme süreci bu anlamda bir devlete olan gereksinimi daha da arttırmaktadır.


Bu koşullar altında devletin stratejik görevleri şunlardır: Her şeyden önce devlet, rekabet gücü yaratıcı ve rekabeti düzenleyici devlet olmalıdır. Ayrıca devlet, küreselleşmenin beraberinde getirdiği gelir ve tüketim dengesizliklerini ayarlayarak, gelir dağılımını düzenlemelidir.
Devletin gelir dağılımını düzenleme araçlarından biri de sosyal güvenliktir. Sosyal güvenlik sistemi içinde sosyal sigortalar kadar kamu sosyal güvenlik harcamaları (sosyal yardım ve sosyal hizmetler) da özellikle gelirin yeniden dağılımında önemli role sahiptir. Zira bu yolla devlet kendi zorunlu fonksiyonlarının (barış, huzur ve adaletin gibi) sağlanması için çeşitli gruplar arasında yeniden gelir dağıtıcı harcamalar yapmaktadır.
Devletin yaptığı harcamalar ve hizmetlerden bölünebilir ve ölçülebilir fayda sağlayanlar, yeniden gelir dağılımında önemli etkiye sahiptir.Kamu sosyal güvenlik harcamaları da bunlar arasındadır. Kamu sosyal güvenlik harcamaları, bireyin tehlikeye uğraması halinde, tehlikenin birlikte getirdiği harcamalarda dahil geçim garantisi sağlama amacı güder. Ancak geçim garantisi her zaman gelir garantisi anlamına gelmez.İhtiyaç olan hizmetlerin verilmesi de bireylerin geçimlerini bir başka anlatımla yarınlarını güvence altına alır ki, en genel tanımı ile bu, yarından emin olma garantisidir.


Devletin, küçülmesi sürecinde sosyal sigorta hizmetleri kadar kamu sosyal güvenlik harcamalarından (sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerden ) da vazgeçmesi halinde, toplum bu işi üstlenebilir. Ancak; bu hizmetlerden vazgeçmenin maliyeti vardır. Toplum içinde bu hizmetlerin özel kesim tarafından karşılanması sonucu, özellikle muhtaçlık düzeyindeki bireyler için adil olmayan bir dağılım meydana gelir ki, bu da toplumda sağlıksız bir yapının oluşmasına yol açar. O halde bu hizmeti yapmamanın sosyal bir maliyeti vardır.


Bu tarz mal ve hizmetler özel mal ve hizmetler gibi ilave her birey için marjinal maliyeti olan bir üretimdir. Bu nedenle özel sektör tarafından da üretilebilir. O halde sosyal sigortalar yanında sosyal hizmetler de hem devlet hem de özel sektörün üretebileceği özel bir hizmettir .Ancak toplum içinde bu hizmetleri, maliyeti ya da basiretsizlik nedeni ile alamayanların olacağı hiçbir zaman göz ardı edilmemeli, sosyal devlet anlayışının bir gereği olarak bu hizmetin ihtiyacı olanlara sunulması sağlanmalı ve yeniden gelir dağılımı düzenlenmelidir.


Zira küreselleşme sürecinde Dünyanın bir bütün olduğu 21. yüzyılda, uluslararası alanda rekabet edebilmenin önkoşullarında biri; toplum içinde hiçbir bireyin istisna kabul edilmeden insan onuruna yaraşır bir yaşam kalitesine sahip olmasından geçmektedir.

Devlet egemen değil; 'ulusal alan' üzerinde denetim ve kontrol yeteneğini önemli ölçüde kaybetmiş durumda. Ne insanlar üzerinde, ne ulusal kaynaklar ve karar verme süreçleri üzerinde tartışmasız bir kontrolü var devletin. Yüzlerce ve hatta binlerce mikro ve makro devlet dışı aktörlerin çoğul varlığı içinde işbirliği ve müzakere yöntemlerinin baskın olduğu bir yönetişim sürecinin gelişmekte olduğunu görüyoruz. Türkiye de bu sürecin dışında değil. Ne ekonomiye ne dış politikaya ve hatta ne de iç güvenlik sorunlarına tek başımıza karar veriyoruz, dünyada tek başına yaşıyormuş gibi davranamıyoruz. 'Ulusal alan', yerel ve küresel aktörlerin yoğun, derin ve yaygın iletişim ve etkileşim ağlarıyla delik deşik...


Devlet, ulusal alanı denetleme gücünden de imkanından da yoksun. Yereli de kapsayan küresel ağlar ve aktörler ulusal alanı şeffaflaştırıyor. Ulusal otoriteler neredeyse hiçbir eylemlerini gizleyemiyor; ne bir çevre kıyımını, ne de bir insan hakları ihlalini... Ulusal alan görülmedik bir düzeyde uluslararası alanın ve aktörlerin denetimine açılmış durumda. Yerelle küresel arasında mesafe neredeyse yok artık. Yerel olan, anında küresele ulaşıyor; küresel olan yereli kapsıyor. Bu arada 'ulusal alan' yerel ve küresel arasında gittikçe sıkışıyor ve bu sıkışmadan yeni siyasal ve toplumsal 'formlar' doğuyor. Buna 'ulusal'ın yerel ve küresel baskılar karşısında var olmak için geliştirdiği adaptasyon yeteneği diyoruz.

Ne yapmalı?


Peki, ne yapmalı? Ulus devlet elden gidiyor söylemiyle bir yandan yerelin (yerel kimliğin, kültürün, ekonominin vs.) bastırılması, öte yandan da küreselin dışlanması hiç mümkün değil... Küreselleşmeye karşı böylesi bir 'yeni milliyetçilik' ulusal otoriteryenizmi kamçılamaktan başka bir işe yaramaz. Ulus devlet savunusunun küreselleşme karşıtlığına dönüşmesi ciddi bir tehlikedir. Küreselleşme karşıtlığıyla ne ekonominizi düzeltip refah üretebilirsiniz, ne de dünya ile rekabet edebilecek nitelikte insan ve zihniyet yaratabilirsiniz. Dünya ile uyumlu olmayan, küresel dinamiklerle ve aktörlerle kavgalı ve de donanımsız bir toplum 'yeni otoriteryenizm'in besleyicisi olur sadece...



Bazılarına kolay geliyor bu, çünkü 100 yıldır devletin pompaladığı 'bütün dünya Türk'e düşman' repliğine uygun... Dünya ile barışık değil; fakat kavgalı bir ruh ikliminden saldırgan bir dış politika ve ulusal düzeyde de 'birlikçi' ve homojenleştirici bir siyaset çıkar. Her iki durumda da dünyayı ve kendi toplumunu karşısına alan bir çatışma pozisyonunda kalırız, bazılarının anlayacağı dilden konuşursak, 'küresel aktörlere yem oluruz'. Küreselleşme çatışmanın değil işbirliğinin, ortak çıkarların ve ortak değerlerin dünyasıdır. Ortaklıklardan ve işbirliğinden kaçanlar, onlara meydan okuyanlar dünyanın ritmini bozarlar ve cezalandırılırlar...


Devlet egemenliğinden halk egemenliğine


Ulusal egemenlik elden gidiyor feveranları içinde kıvrananların egemenliği gerçekten ulusa vermek diye bir dertleri de yok. Jakoben ulusalcılarımız, küreselleşme sürecinde 'seçkinci cumhuriyetçilik' oyununun bozulmakta olduğunu görüyorlar. Haklılar... Küreselleşme ulus devlet içine mevzilenen küçük zümrelerin egemenliklerine son veriyor. Egemenliği yerel, ulusal ve küresel düzeylerde tekel olmaktan çıkarıyor; paylaşılan, müzakere edilen bir mekanizmaya dönüştürüyor.
Ulus devletlerin meşruiyetleri artık bizatihi kendi varlıklarına dayanmıyor, yurttaşların sadakati otomatik değil artık. Devletin yurttaş sadakatini hak etmesi, kazanması gerekiyor. Meşruiyet de, sadakat ve itaat de 'performans'tan geçiyor. Performansı zayıf bulunan devletler, toplumsal meşruiyet zeminlerini kaybediyorlar. Refah, güvenlik, özgürlük ve adalet üretemeyen bir devlet karşısında toplum bu değerleri üreten başka aktörlere yöneliyor. Bireyin adalet taleplerini karşılayamayan bir devlet bu ihtiyacı karşılayan yerel (örneğin mafya) veya uluslararası (örneğin AİHM) yapılar karşısında güç kaybediyor. Yerel, ulusal ve küresel düzeylerde devletin geleneksel işlevlerini yerine getirmek üzere örgütlenmiş devlet dışı aktörler mevcut. Ve devlet performans olarak bunlarla rekabet etmek zorunda... Bu işlevleri daha iyi yerine getiren aktörlere doğru bir meşruiyet kayması da kaçınılmaz. Kısaca, ulus devlet tek ve rakipsiz değil. Varlığı ve geleceği adaptasyon yeteneğine bağlı... Hâlâ 19. yüzyıl modeline dayalı bir ulus devlet hayaline takılı kalmak anakronik bir durum. Türkiye'yi böyle bir anlayışa mahkûm etmeye çalışanlar arkaik bir ulus devlet anlayışıyla Türkiye'nin geleceğini de tehlikeye atıyorlar.



Bugün, genel olarak, dünyayı ve insanlığın kaderini, her ülkede bireylerin geleceğini etkileyen birçok karar şimdi bireylerin az da olsa söz sahibi oldukları ulusal egemenlik sınırları dışına kaymaktadır; bu kararlar karşısında bireylerin ulusal sınırlar içinde geçerli vatandaşlık hakları da artık bir işe yaramamaktadır.


Ayrıca küreselleşmenin gerektirdiği ekonomi politikaları hükümetlerin ekonomik işlevini arttırırken, hükümetler bu gücü ve işlevi parlamento denetiminden kaçmak için de kullanmaktadırlar. Dolayısıyla parlamentonun denetiminden kaçma yolları zaten birçok ülkede sınırlı olan demokratik işleyişin daha da sınırlanmasına yol açmaktadır. Bu nedenle demokrasinin geleceği açısından tartışılan temel konulardan biri de parlamentoların azalan denetim gücünün nasıl onarılacağı konusu olmaktadır. Bu noktada, devlet karşısında sivil topluma ve onun gücüne aşırı bir yükleme yapan liberal-çoğulcu görüşleri biraz ihtiyatla değerlendirmenin gerekli olduğunu düşündüğümü söylemeliyim.

Çünkü özellikle demokratikleşme açısından sivil toplumun önemi büyük olmakla birlikte, burada belirleyici olanın da sivil toplumun niteliği ve bunu siyasal güce dönüştürebilme yeteneği olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Bu açıdan, sivil toplumun, ancak parlamenter demokrasiyi güçlendirme, parlamentoya hükümetleri denetleme gücü kazandırabilme gibi siyasal bir etkinlik ve başarı göstermekle herhangi bir toplumda kalıcı ve etkin bir rolü olabileceğini düşünüyorum.

Bugün, ulusal sınırların dışına kayan siyaset ve ulus-devletten daha güçlü duruma gelen ulus ötesi ekonomik ve siyasal aktörler ile siyasal hakların ilişkilendirilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Örneğin bugün siyasal hakların varolması, genişlemesi ve gelişmesi için hedef alınması gereken iktidar odağı olarak, en başta, “küresel sermaye ve küresel güçler” karşımıza çıkıyor. Küresel düzeyde çok ciddi iktidar odakları giderek büyürken, yalnızca ulusal sınırlar içinde devlet iktidarından söz etmek ve ona karşı bazı birey haklarının gelişmesini istemek pek de yeterli bir çözüm gibi görünmemektedir. Örneğin artık, sermaye hareketleri ve sonuçları hakkında bireylerin ve toplumun “bilgi edinme hakkı” gibi bir hakkı olduğundan söz etmek ve bunun gibi küresel düzeyde daha başka bazı hakları dile getirmek gibi bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Aslında bu düzeyde bazı haklar olmadan, yalnızca ulusal sınırlar içine kapanan insan hakları veya siyasal haklarımızla küreselleşen bir dünyada genel olarak insan haklarının varlığı tehlike altındadır. Bunu zaten bugün de çevrenin kirlenmesi, ekolojik dengenin bozulması, insanların açlığı, savaşların tahribatı gibi birçok konuda yaşamıyor muyuz?


Gerçekten günümüzde hem insan haklarının, hem de demokrasinin yeniden tanımlanması, yeni anlayışlar, yeni kurumlar ve mekanizmalarla zenginleştirilmesi gibi bir ihtiyaç ağırlıklı olarak kendini hissettirmektedir.

Bu konuda tartışmalar da az değildir. Birkaç örnek vermek gerekirse, örneğin Giddens “demokratik ülkelerde gerekli olan demokrasinin kendisinin derinleştirilmesidir” demektedir. Buna “demokrasinin demokratikleşmesi” adını veren Giddens, demokrasinin aynı zamanda ulusötesi duruma getirilmesi gerektiğinden, ülke düzeyinin aşağısında ve yukarısında demokratikleşmeye ihtiyacımız olduğundan söz etmektedir. Held, demokrasinin hem devletin elindeki gücün yeniden düzenlenmesi, hem de sivil toplumun yeniden yapılanmasıyla ilgili olarak “ikili bir demokratikleştirme” önermektedir. Bu görüş içinde demokratik devlet ve sivil toplum birbirinin demokratik gelişmesi için birer ön koşul olarak görülmekte ve demokratik bir yaşam için sivil toplumun merkezi bir rol alması istenmektedir.


Held bir başka yazısında demokrasinin bir anlamı varsa bunu yakalayacak siyasal kurumlara ihtiyacımız var demekte ve “kozmopolit demokrasi” adını verdiği yeni bir demokrasi anlayışını dile getirmektedir. Ona göre kozmopolit bir dünyada yaşıyor, birçok vatandaşlık taşıyor, hepimizi birden etkileyen çevresel kirlenme gibi ulusal sınırları aşan birçok sorunla karşılaşıyoruz. Bireyin ve toplumların küresel etkileşimi böylesine artarken devletler ise kendi egemenlik sınırları içinde bile artık tek yasal güç olmaktan çıkıyorlar. Bu nedenle egemenliğin, artık belirli bir alanla sınırlanması düşüncesinden uzaklaşılması ve daha çok demokratik ilkelere ve yönetime bağlanacak bir sıfat konumuna gelmesi gerekmektedir. Bu nedenle daha geniş bir egemenlik ve demokrasi anlayışıyla yerel düzeyden ulusal düzeye, bölgelerden kentlere oradan küresel meselelere kadar her düzeyde demokratik tartışma forumları olarak kullanılacak kurumlara ihtiyaç vardır. Held, bu tür ihtiyaçları karşılayacak mekanizmaların kurulmasını isterken, örneğin Birleşmiş Milletlerin de daha farklı ve demokratik bir yapıya kavuşturulmasını önermektedir. Özetle Held de birçokları gibi küreselleşen dünyada ulusötesi alanda rol oynayacak kurumlara sahip olunmasını gerekli görmekte, bu alanda kullanılacak demokratik hakların ve kozmopolit bir demokrasinin gerçekleşmesini önemli bulmaktadır.


Bunun gibi Bowles ve Gintis de “post liberal demokrasi” adını verdikleri demokrasi anlayışı içinde, demokrasinin de, bireysel hakların da gelişmesini sürdürmeleri gereğini vurgulamaktadırlar. Onlara göre insan hakları özünde devrimci niteliktedirler ve bu nedenle değişen koşullar ve ihtiyaçlar çerçevesinden yeni hakların doğması kaçınılmazdır. Bugün de, demokratik hakların ekonomik kararları da içerecek biçimde genişlemesi gerekmektedir; çünkü artık en az devletler kadar güçlü ekonomik güç odakları söz konusudur. Bu nedenle hem mülkiyet haklarının, hem de devlet iktidarının kullanılmasında demokratik hesap verme yükümlülüğü esasını getirmenin gerektiğini ileri sürmektedirler.


Kuşkusuz daha birçok düşünür hem insan haklarının gelişimi, hem de demokrasinin tıkanıklarının aşılması konusunda birçok görüş ileri sürmektedir. Küreselleşmenin getirdiği sınırlamalar konusunda da birçok değerli yaklaşım söz konusu. Sonuç olarak burada ancak kısmen ve kısaca değindiğimiz bu görüşler doğrultusunda bir değerlendirme yapmak gerekirse, birkaç önemli noktanın altı çizilebilir.


Birincisi, küreselleşme süreci yeni değildir, en azından kapitalist sistemin ortaya çıkmasıyla başlamış ve onun ihtiyaçları doğrultusunda gelişerek bugünlere gelinmiştir. Öte yandan sermaye birikiminin de, küreselleşmenin de arkasında en önemli güç olarak hep devletler yer almıştır; bugün de hem gelişmiş, hem gelişmekte olan ülkelerde devletler sermaye için benzer destekleyici görevlerini sürdürmektedirler. Bu nedenle günümüzde devletlerin zayıfladığı, işlevlerini kaybettikleri gibi iddiaları bu görüş ışığında yeniden değerlendirmek epeyce yararlı görünmektedir. Devletin işlev kaybı sermaye ve çıkarları açısından değil, daha çok ulusal ve sosyal politikalar açısındandır.


İkinci olarak, bugünkü boyutlarıyla küreselleşme süreci, yalnız yol açtığı küresel eşitsizlik gibi ahlaki sonuçlarıyla değil, fakat daha da önemlisi bireyin siyasal ve demokratik haklarını gerileten bir olgu olarak sorgulanmak durumundadır. Belki bu sorgulamayı yapacak olan, büyük ölçüde, küresel düzeyde gelişmekte olan sivil-toplum güçleridir; fakat onların da meseleleri insan hakları, siyasal haklar ve demokratik talepler doğrultusunda formüle etmeleri gibi bir gereklilik ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle küreselleşme sürecinde bireylerin ve toplumların korunması, önemli ölçüde, yeni hak taleplerinin hayata geçirilmesine bağlı görünmektedir. Ayrıca hükümet politikaları karşısında siyasal hakların daha etkin olabileceği parlamentoların gücünü ve denetim olanaklarını arttırmak ve belki çeşitli düzeylerde yeni parlamento benzeri kurumlar oluşturmak ve bu kanalları küresel sermaye ve devlet politikalarını denetlemek açısından kullanmak herhalde düşünülmesi gereken yollarını başında gelmektedir.


Üçüncü ve buna bağlı olarak da, siyaseti de demokrasiyi de, birey ve toplum açısından yeniden tanımlamanın gereğini vurgulamak gerekmektedir. Bugün siyaseti, örneğin, kendi geleceği ve kaderini belirlemenin ve kurmanın bir yolu olarak yeniden tanımlamak ve bu kader üzerinde etkisi bulunan tüm kararlar ve etkinlikler üzerinde bireyin denetleme hakkı olduğunu kabul etmek gibi bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır. Küreselleşme ve onunla birlikte daha da güçlenip ulusal aktörlerden bağımsızlaşan küresel ekonomik ve siyasal güçler, bu açıdan denetlenmesi gereken iktidar odaklarının başında gelmektedirler. Bu iktidar odaklarının denetlenebilmesi için de yeni hakların ve daha geniş bir demokrasi anlayışının hayata geçirilmesi gerekmektedir.


Son olarak, küreselleşme süreci ve sonuçlarını yalnız ekonomik değil siyasal bir nitelik kazandırılması gereken olgular olarak ele almanın gereğini vurgulamak isterim. Yalnızca, sonuçları nedeniyle, daha ahlaki bir küresel anlayışa ulaşma açısından değil, fakat yeryüzünün gerçekten küreselleşmesi açısından da küreselleşmeye siyasal bir nitelik ve içeri kazandırılması gerekmektedir. Yoksa yalnızca ulusal sınırlara hapsedilmiş insan hakları ve demokratik mekanizmalarla ne ulusların huzurunu, ne yeryüzünün barışını, ne de küreselleşmenin geleceğini güvence altına almak mümkündür. Bir yanda ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalan haklar ve kurumların, öte yandan ihtiyaçlara yanıt vermeyen süreçlerin uzun süre varlıklarını korumaları düşünülemez. Bugünkü küreselleşme süreci, onun yanı sıra yaşanan siyasal ve demokratik tıkanıklıklar böyle bir uyumsuzluğu sergilemektedir. Kuşkusuz bu tıkanıklıkları aşmak ve buralardan çıkış yolları bulmak açısından çok iyimser olmak kolay değildir; ancak kötümser olmanın da giderek yeryüzünün geleceği ile ilgili bir kötümserlik anlamına geldiğini hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

ÜLKEMİZDE DEVLETİN EKONOMİDEKİ AĞIRLIĞI

1. Türkiye , bugün devletin ekonomideki üretimi, istihdam olanakları ve harcama kapasitesi dikkate alındığında dünyanın en devletçi ülkesi konumundadır.( Geçiş ekonomisi ülkelerinden birkaçı hariç) . Devletin ekonomideki bu ağırlığı ile ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesi mümkün değildir.


2. Devletten gelir elde eden 25 milyon tarım kesimi, 2,7 milyon kamu çalışanı ( memur ve işçi ) ve 1.5 milyon emekli aileleri ile birlikte 10 milyon kişi devletin varlığı ile geçinmektedir. KİT’lerin ekonomik ilişkileri ,devletin satın almaları, kamu yatırımları ile yarattığı sermaye birikimi kamunun açtığı kredileri kullanan 5 milyon esnaf ta katıldığında toplumun yaklaşık yüzde 80’ni doğrudan devletin varlığı ile ekonomik süreçte yer alabilmektedir.


3. Ancak ekonomik kaynakların devlet tarafından dağıtılması süreci sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Dönüşümü sağlayacak yapısal reformlar kaçınılmazdır. Devletin kaynaklara hakim olarak tüketici bir ekonomik yapı sürdürmesi kaynakların yok olmasına (sadece kamu bankalarının 30 milyar dolara ulaşan görev zararları,milli gelirin yaklaşık % 20 si) ve kaynakların verimsiz kullanılmasına yol açmaktadır. Kaynakların piyasa
mekanizmasına bırakılması, rekabet şartlarının oluşturulması ve kaynakların etkili kullanılması şarttır



Devletin özellikle ekonomideki yerinin yeniden tarif edilmesi ve yapısal reformların buna göre uygulanması kaçınılmazdır.
Ancak şunu da unutmayalım!




Bazı ülkelerde devletin ekonomideki payı ve Türkiye.



İMF ve buna bağlı yabancı gruplar devletin ekonomideki payı azaltılsın diyor, peki bu ülkelerde devletin ekonomideki payı nedir? Bu verileri de gözönünde turmak gerekir.





Devletin Ekonomideki payı

Türkiye :%13
Almanya :%54
Fransa :%38
Amerika :%33
Yunanistan :%28
İsveç : % 58,5



Dünya çok önemli bir değişim süreci içerisinde bulunuyor. Ekonomiden siyasete; devlet yönetiminden şirket yönetimine; değerlerden inançlara kadar her şey ama her şey değişiyor.



Bilim ve teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. "Bilgi Çağı" adı verilen bir yeni dönem içerisinde bulunuyoruz. Tüm dünyada modern toplumdan post-modern topluma geçiş yönünde yeni ilkeler benimseniyor ve yeni yükselen değerler toplumları geleneksel değerlerden kopmaya ve değişime zorluyor.



Sivil toplum ve devlet arasındaki ayrımın son dönemlerde yeniden popülerlik kazanması kafa karıştırıcı bir süpriz gibi görünmektedir. Bu durum, bir dizi soruyu gündeme getirmektedir: Devlet (ve onun askeri, polisiye, hukuki, idari, üretici ve kültürel organları) ile devlete ait olmayan (piyasa tarafından düzenlenen, özel denetim altında bulundurulan veya gönüllü biçimde örgütlenmiş) sivil toplum alanı arasındaki ayrım ile tam olarak ne kastedilmektedir? Bu sorunun yanıtını çözümlemek insanoğlunun gündemi olacaktır.

YUSUF UYGAN

Kaynakçalar:
Education For Citizenship and Teaching of Democracy in Schools, Final Report of the Advisory Group on Citizenship, London, The Qualifications and Curriculum Authority, 22 September 1998, s. 9.
Aristo’ya gore, Antik Atina’da “yurttaş”, fikir vermeye ve kamu alanında görev almaya katılan kişidir. Marsilius da “yurttaş”ı katılma özelliğiyle tanımlamaktadır. Bkz. David Held, “Cumhuriyetçilik: Özgürlük, Özyönetim ve Aktif Yurttaş”, çev. Hande Peker-Hayrullah Doğan, Cogito, Sayı: 15 (Cumhuriyet Alkışla Olmaz), Yaz 1998, s. 37.
Jürgen Habermas, “Siyasal Katılım Kendi Başına Bir Değer mi?”, Toplum ve Bilim, Sayı: 27, Güz 1984, s. 52.
Habermas, “Siyasal Katılım Kendi Başına Bir Değer mi?”, s. 65-66.
James Curran, “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme”, Medya Kültür Siyaset, der. Süleyman İrvan, Ankara, Bilim Sanat Yayınları, 1997, s. 173-174.
Laski, siyasal sistemin, vasat insanın, kendi çıkarlarının farkında olan ve idareyi değerlendirmek konusunda gereksinim duyacağı bilgiyi sağlayıp bu bilgiden hareketle eyleme geçebilecek yeteneğe sahip olan siyasal bir hayvan olduğu varsayımı üzerine kurulu olduğunu ancak bu varsayımın gerçekle tam olarak uyumlu olmadığını söylemektedir. Laski’ye göre, savaş sonrası siyasal yaşamının belirleyici özelliği, yurttaşların siyasete kayıtsızlığı olmuştur. Bkz. Harold Laski, “The Recovery of Citizenship”, The Dangers of Obedience & Other Essays, New York and London, London Reprint Corporation, 1968, s. 62-64.
Mendel-Reyes de, “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi amacıyla kurulmuş bir yönetim, yurttaşlarının yarısının en ilkel yurttaşlık ödevini gerçekleştirmek için sandığa gitmediği bir durumda nasıl hayatta kalabilir?” sorusunu sormak suretiyle, yurttaş kayıtsızlığının demokrasinin geleceğini tehdit ettiği düşüncesini dile getirir. Meta Mendel-Reyes, “Radical Democratic Education”, The Review of Education/Pedagogy/Cultural Studies, Vol: 19, No: 2-3, s. 225.
Yurttaşlık eğitiminin amacı, demokratik sisteme bilinçli ve sorumluluk sahibi bireyler olarak katılacak yurttaşlara gereksinim duyacakları bilgi ve becerileri kazandırmaktır. Bu konuda bkz. “Fostering Democracy Through Law and Civic Education”, Florida Bar Journal, January 2000, Vol: 74, Issue: 1, s. 3.
“Law related education”ın ABD’deki tarihçesi konusunda bkz. Jeffrey W. Cornett-Richard H.

Yusuf UYGAN

© Copyright Solbirlik.org

LİDERLİK ve DEMOKRASİYE İNANMAK -Yusuf UYGAN

04.06.2007



"Siyasette tıkanıklık liderlerin karizmayı ve siyaseti kendilerinin egemenliklerinin de­vamı olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır."



LİDERLİK ve DEMOKRASİYE İNANMAK

1980'li yıllar siyasette kalitesizliği getirmiştir. Bu kalitesizlik sadece solda değil sağda da aynı şekilde gerçekleşmiştir, 2007 seçimleri bu süreçlerin sonucudur.



Siyasete insanın kazanılması uzun bir sürede gerçekleşiyor. Bu süreç mücadele ge­leneğini içinde barındırır. Politikacılık dünyada en saygın mesleklerdendir. Çünkü bilgi ve becerilerin halk yararına karşılık beklemeksizin kullanılmasıdır. Ancak bunları ülkemiz için söylemek oldukça güçtür.



Seçimlerin konuşulduğu şu günlerde siyasi tıkanıklığa neden olan mevcut yasa­lardır. Yasalar toplumun gereksinimlerine uygun olarak düzenlendiğinde tıkanıklıkta or­tadan kalkacaktır.



Bir kere halkın örgütlenmesi ve parlemento da temsil edilmesi siyasi partiler kanu­nunun partilerin genel merkezlerine egemen olan yönetsel kadrolar tarafından (Oligarşik kadrolar) kendi çıkarlarına göre kullanılmasına olanak tanıdığı için mümkün değildir,

Yasaların, yorumlayanın ve uygulayanın kendine göre kullanması her dönemde ilkel toplumlardan günümüz toplumlarına kadar her toplum düzeninde gerçekleşmiş­tir.



SPK'nun bazı maddeleri özelliklede seçme ve seçilmeyle ilgili bölümleri anti-demokratiktir. Çünkü bir partiye oy veren seçmen tabanının hiçte istemediği siyasetçiler sadece genel başkanlarına veya genel merkezlerine yürekten bağlı kapı kullan meclisi oluşturmaktadır.



İsteyen herkesin programını beğendiği partiden aday olma, seçme ve seçilme hakkını kullanması için düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Bu düzenlemeyi de mevcut yasama organı gerçekleştireceği için olası gözükmemektedir. Çünkü kendi ip­lerini kendileri çekmiş olacaktır.



Siyasette tıkanıklık liderlerin karizmayı ve siyaseti kendilerinin egemenliklerinin de­vamı olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır.



Üretken olmayan ama kendisine sözünden çıkmayacak mebusları bulan günü­müz liderlerinin korktuğu bir şey var umarım. Çağdaş, günümüzün elektronik devri­minden nasibini almış genç beyinlerin siyaset yapma yollarını tıkamak onların başlıca görevi olmuştur.



Türkiye'deki siyasi partiler 80'den sonra yön duygusunu kaybetmişti. Hangi parti­nin hangi yolu seçtiği karışmıştır, örneğin liberalizmin savunucuları iktidara gelebilmek için solun en keskin sloganlarını savunmuştur. Solun liderleri de liberalizmi, milliyetçiliği, teokratik düşünce sahiplerini partilerinden aday göeterecekler. Bu bir çelişkidir. Oysa solun evrensel düşüncelerini dini yönetim amaçlayanlar­ seçimlerde sol talepleri ön plana çıkaran afişler hazırlayarak kullanmışlardır. Ve se­çimlerde umut olmuşlar oylarını arttırmışlardır.



12 eylül askeri darbesiyle kalitenin siyasetten uzaklaş­tırılması veya demokratik olmayan iki dudak arasından çıkan sözcükle sen milletvekili adayımızsın çıkar çevrelerinin işine gelir. Siyaset her gün kendisine kendisinden başka güzel olmadığı yalanını söyleyen sihirli aynanın aldatmalarıyla yürümez.







Siyaset insanla insanın geleceği için yapılır. Bir gün kendisini aynasında güzel gö­renlere halk elbette gereken yanıtı vermelidir, Avrupa ülkelerindeki demokrasi geleneği­ne bakın, lider seçimi kaybettiyse özeleştiri yapıp siyasetten çekiliyor.



Çünkü toplum için önerdiği çözüm önerilerinin benimsenmediği seçimlerde alınan oyla kanıtlanmış oluyor. Kör topal siyasete devam etmektense yeni kadroların önünü açmayı demokra­si geleneği olarak görüyorlar. Bizde otuz yıllık kadrolar alınan bir sürü seçim yenilgilerine rağmen sanki hiçbir şey olmamışçasına yollarına devam ediyorlar.



Üstelik SPK'nun ken­dilerine verdikleri yetkileri de kendileri için utanmadan kullanarak ses çıkartanı, partinin programına katkı amacıyla görüşünü açıklayanı sen sus konuşma, ya bu deveyi gü­dersin ya da bu diyardan gidersin diyerek kadroları tasfiye eden bir düşünceyi taşıyor­lar. Aslında bu deveyi kendileri de güdemiyorlar.



Liderler üye­lik haklarının kullanılmasını engelliyorlar. Unutmayın Kurtuluş savaşımız bile insanların yaratı­cı zekasının bir araya gelmesiyle Atatürk'ün önderliğinde gerçekleşmiştir. Ve o günkü bileşenleri ilk meclisi oluşturan temsilcileri bir kez daha gözden geçirmemiz gerekiyor.





Üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen Türk siyasi tarihindeki sol partiler kurumsallaşamadığı için halkı kucaklayamıyor. Kucaklayamadığı içinde Av-rupadaki sosyal demokrat (demokratik sol) partiler gibi iktidara yürüyemiyor.



Avrupada-ki Demokratik Sol Partiler partiler sadece ülkelerindeki Anayasal zorunluluklar nedeniyle değil halkın örgütlenme ve iktidarda söz sahibi olmasına saygı duydukları için iktidara yürüyorlar. Sizin iktidar olmaya niyetiniz varsa seçmenin karşısına güzel bir tabloyla çıkın sol parti liderleri, niyetiniz yoksa bir diyeceğim yok.



Bu seçim anti-demokratik bir seçimdir. Yedi parti Liderlerin sahneye koyduğu demokrasi oyunudur. İçinde Halk yoktur onlar sadece liderlerin seçtiklerini seçmek durumundadır. Halkın temsil edildiği parlemento da krizlere gebedir. Bu çağda yönetimin daha yerellik kazandığı bir dönemde Berlin duvarı gibi utanç verici olan % 10’luk barajın konulmasıdır. Demokrasi ve yönetişim tüm azınlıkların, ötekilerin haklarının kullanacağı fırsatları yaratacağı bir sistemi oluşturmalıdır.





Bu oluşacak meclisin ömrünün kısa olacağını düşünüyorum. Ve bu meclisten tüm anti-demokratik yasaları, 12 eylül anayasasının sonuçlarını ortadan kaldıracak yeni sivil bir anayasa ortaya koymalarının gerektiğini düşünüyorum…


Yusuf UYGAN

© Copyright Solbirlik.org